Montag, 16. Mai 2011

Yabancılara Türkiye'yi Anlama Rehberi!

Abdülhamit Bilici
Abdülhamit Bilici
Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü'nün 2010 basın özgürlüğü sıralamasında Türkiye'nin 138. olması; gazetecilere karşı 2 binden fazla davanın açılması; net sayısı ihtilaflı olsa da hâlâ gazetecilik faaliyetinden dolayı insanların hapiste bulunması; Freedom House'un 2011 basın özgürlüğü raporunda Türkiye'nin 112. sırada yer alması, bütün gayretlere rağmen özgürlükler açısından ülkemizin birinci lige çıkamadığının delili.


Ancak yetkililerin dikkatle izleyip mutlaka değiştirmesi gereken ve ülkemize yakışmayan bu tablo, yüzeysel bir bakışla Türkiye'nin bugünkü durumu ve yönelimi hakkında yanlış fikir verebileceği gibi, kötü niyetle kullanmaya da çok müsait. Çünkü bu tablo yeni bir durum değil, küçük derece farklarına rağmen Türkiye, 30-40 yıldır Freedom House'a göre yarı özgür bir ülke.

Son dönemde sanki gül gibi demokratik Türkiye'nin şimdilerde bu hale geldiğine dair yapılan yorumlar, ya Türkiye'nin kompleks yapısını anlayamamaktan, ya detaylara yeterince hakim olamamaktan, ya dün ile bugünkü durumu karşılaştırmalı bir süreç olarak görememekten ya da kötü niyetten kaynaklanıyor. Nitekim Brüksel'de AB Komisyonu Genişleme Komiseri Füle'ye, "5-10 yıl öncesine göre bugün Türkiye'nin özgürlük karnesi nasıl?" diye sorduğumda, tereddüt etmeden, "Tabii ki düne göre daha iyi." cevabını verdi. Ama çizilen Türkiye fotoğrafı tam aksi.

Bu yüzden Batı bloku içinde yer almasına rağmen hâlâ tek parti döneminin birçok tortusunu taşıyan Türkiye'yi doğru anlamak çok önemli. 2007'deki cumhurbaşkanlığı krizi ve Ergenekon davası sürecinde bu grift yapının epey anlaşıldığını düşünmüştük. Ama Avrupa'daki en açık fikirli Yeşiller'den Batı'daki saygın gazetelere yapılan bazı yorumlar, durumun öyle olmadığını gösteriyor. Otoriter eğilimli eski Türkiye'nin ortadan kaldırmak için hedefine koyduğu ve bu yapıyı demokratikleştirmek için mücadele eden AK Parti hükümetini ve Gülen Hareketi'ni Türkiye'deki demokrasi sorunlarının kaynağıymış gibi görmek başka nasıl izah edilebilir? Ya da hükümet yanlısı diye yaftalanan gazeteler aleyhine yargının açtığı yüzlerce davayı bile AK Parti'nin baskıcılığına delil saymak? Veya Nedim Şener ve Ahmet Şık davalarını bayraklaştırırken, Şamil Tayyar ve Mehmet Baransu'yu yok saymak.

Kötü niyetliye söz yok, ama bu ülkede olup bitenlere kafa yoranların şu noktaları hatırlamasında fayda var: Bir, normal demokrasilerden farklı olarak Türkiye'de hükümet ve devlet aynı anlama gelmez. Evet, geleneksel olarak milletimizin her zaman zeval bulmaması için dua ettiği, adaletin sembolü ideal bir devlet anlayışı vardır. Ama fiili durumda devlet, izin verdiği alanın dışına çıkan hükümeti alaşağı eden yapıdır. Dolayısıyla özgürlük karşıtı adımların adresi gibi görülen hükümet, bu devlet karşısında genellikle kurban durumundadır. Erdoğan'ın bir şiir yüzünden zor bela başbakan olabilmesi; 2 sene önce AK Parti hükümetinin kapatılmaktan kıl payı kurtulması ve bu kadar güce rağmen kızının ve tabanının başörtüsü sorununu çözememesi, bu tabloyu anlatır herhalde. Dolayısıyla akçalı işler dışında bir gazetecinin hükümeti desteklemesi, Batı'da algılandığı kadar korkunç bir şey değildir. Çünkü sivil-askerî vesayet kurumlarından oluşan devlet karşısında milletin zayıf temsilcisini desteklemiş olur.

İki, normalde demokrasilerde basın özgürlüğü kutsal bir değerdir. Medya da katiyen demokrasinin yanındadır. Aksi düşünülemez. Ama geçmişten bugüne Türkiye'de demokrasiye yapılan müdahalede basın genellikle gücün yanında yer almış; darbe ortamını hazırlama rolünü üstlenmiştir. Türkiye'de millet bunu bilir, ama yabancıya tek tek anlatmak gerekir. Nitekim önümüzdeki karanlık Türkiye fotoğrafının oluşmasında rol oynayan gazetecilerin önemli bir kısmı, gazetecilik faaliyeti yüzünden değil, darbe süreçlerindeki işbirliği suçlamasıyla hapistedir. Bugün basın özgürlüğü diye öne çıkan, bu konuda dünyadaki bağlantılarını harekete geçirenlerin önemli bir kısmı da geçmişte demokrasi karşıtı süreçlerde benzer rol almış isimlerdir.

Üç, Portekiz, İspanya, Yunanistan, Arjantin ve İspanya gibi ülkelerin aksine Türkiye, son 60 yılda demokrasiye darbe vuranları yargılayamamıştır. Ergenekon davası, ülkemiz için bu alandaki ilk umut veren girişim olmasına rağmen bugün 'demokrasi tehlikede' diye sesini yükselten medyanın önemli bir kısmı bu davaya yardımcı olmak bir yana, onu gözden düşürmek peşinde koşmuştur.

Dört, Ergenekon soruşturmasından rahatsız olan cuntacıların bu süreci durdurmak için AK Parti ve Gülen Hareketi'ni bitirmek üzere maalesef Genelkurmay Başkanlığı'nda yaptığı plan ortaya çıkmıştır ve bunun tarihi Mart 2009'dur. Bu plan çerçevesinde Ergenekon davası aleyhine, ırkçı, yabancı düşmanı yayın yapan OdaTV internet sitesine yapılan baskında anamuhalefet lideri Deniz Baykal'a yapılan kaset operasyonuna dair bilgilerin çıkması; Gülen Hareketi'ni karalamak için MİT ve Jandarma İstihbarat kaynaklı yasadışı kayıtların elde edilmesi; dünyayı ayağa kaldıran Nedim Şener ve Ahmet Şık'la ilgili sürecin de burada ortaya çıkan bilgiler ışığında başlamış olması; piyasada benzer içerikte birçok kitap varken neden 'İmamın Ordusu'nun üzerinde durulduğu gerçeklerini göz ardı ederek neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlayamayız.

Beş, Türkiye'nin sorunlu özgürlükler karnesini ele alanlar, yine OdaTV'de ortaya çıkan ve Ergenekon davasını etkisiz hale getirecek stratejiler içeren Ulusal Medya 2010 belgesindeki şu satırları göz ardı etmemeli: "AKP ve Gülen Hareketi'ne karşı ulusal medya topyekün harekete geçirilmeli; propaganda ve kara propaganda unsurları etkili bir şekilde kullanılmalıdır."

Abdülhamit Bilici, Zaman

fgulen.blog.de