Pırlanta Okumaları


Fethullah Gülen: Kırık Testi: Güzergâh emniyeti09.01.2012 - Güzergâh emniyeti
Güzergâh emniyeti ne demektir? Hem şahsımız, hem de şahs-ı mânevî açısından, güzergâh emniyetinin esasları nelerdir?
Farsça’dan dilimize girmiş olan güzergâh kelimesi, yol ve şehrah mânâlarına gelir. Fakat güzergâh, daha ziyade bir insanın gitmesi gerekli olan yere, varması icap eden hedefe onu ulaştıran yol demektir. Bu hedefler bazen dünyevî, bazen de uhrevî olur. Ancak, dünyevî hedefler, inanmış bir insan için asıl gaye ve maksat olamayacağından, o, bu hedef ve gayeleri dahi sonsuzluk yolunda uhrevîlik hesabına değerlendirir.
Rıza tek hedef

Meselâ inanan bir gönül, bir köyün sorumluluğunu deruhte ettiğinde, onun böyle bir işten maksadı, sırf maddî imkân elde etme, makam mansıp duygusunun tatmini gibi basit heves ve arzular değildir/olmamalıdır. Aksine o, rıza-i ilâhî için, köydeki insanların dünyevî-uhrevî mutluluğunu temin adına çalışıp çabalar. Meselâ gecesini gündüzüne katıp köy halkının istifade edeceği okul, cami, kütüphane vs. müesseseler yaptırır, insanları yüce ve yüksek hedeflere yönlendirir; onların başta kendi milleti olmak üzere bütün insanlığa faydalı fertler olmalarını temin eder. Alanın biraz daha genişlediği nahiyede de o, bulunduğu konumunun hakkını verip muhatap olduğu insanları yüce ve yüksek ideallerle buluşturmaya gayret eder. Aksi takdirde, amirlik, müdürlük gibi makam ve mansıpların inanan bir fert için ne ehemmiyeti olabilir ki! Çünkü dünyanın dünyaya bakan yönü itibarıyla sinek kanadı kadar dahi bir kıymeti yoktur. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki:

لَوْ كَانَت الدُّنْيَا تَعْدِلُ عِنْدَ اللّٰهِ جَنَاحَ بَعُوضَةٍ مَا سَقَى كَافراً مِنْهَا شَرْبَةَ مَاءٍ

“Şayet dünyanın Allah katında, sinek kanadı kadar bir değeri olsaydı, kâfire ondan bir yudum su içirmezdi.” (Tirmizî, Zühd 13) Ancak dünyanın; esma-i ilâhiyeye, ahirete, Cennet’e, Cenâb-ı Hakk’ın cemaline ve “Ben sizden razıyım” ufkuna yürümenin güzergâhı olması itibarıyla ehemmiyeti çok büyüktür.

Bu açıdan inanan bir gönlün her türlü iş ve gayretinde hedeflerin en büyüğü olan rıza-ı ilâhî esas gaye olarak yer alır. Onun berisinde de gaye ölçüsünde bir vesile olan İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) insanlığa tanıtılması, din-i mübin-i İslâm’ın sevdirilmesi vardır. Ancak bunlar bile O’nun rızasını kazanma istikametinde birer vesiledir. Gayeye yakın birer vesile olmaları itibarıyla onlarsız olunamasa da, esas olan Cenâb-ı Hakk’ın rızasıdır. Bu istikamette gösterilen bütün cehd u gayretler hedefini bulmuş sayılır. İşte, güzergâh, insanı böyle yüce bir hedefe götüren yol demektir. İnsan bu güzergâhta engel ve mânialara takılıp kalmaksızın yol yürüyebilmek için, mebdeden müntehaya kadar her şeye bütüncül ve mahrutî bir nazarla bakmalı, tehlike ve riskleri önceden tespit edebilmelidir. Böylece kişi hedefe varma istikametinde yürüdüğü şehrahı teminat altına almış ve herhangi bir trafik sıkışıklığına sebebiyet vermemiş olur.
Şeytanla başlayan hazımsızlık problemi

Hele bu insan yaptığı hayır ve faaliyetlerle insanlığa faydalı, ciddî, imrendirici, göz alıcı güzellikler sergiliyorsa o, daha bir dikkatli olmalıdır. Bu durum karşısında, onu çekemeyen, istemeyen hatta ona karşı gayz ve nefretle magmalar gibi köpürüp duran hazımsızların her zaman var olabileceğini göz önünde bulundurmalıdır. Hatta aynı yolda beraber koştukları bir şahsın, “Niye o da, ben değilim” diye içten içe söylenip durarak hazımsızlık gösterebileceğini nazardan dûr etmemelidir. Evet, uzun zaman aynı kulvarda koşmuş ve aynı gaye için koşturup durmuş insanlar arasında bile yer yer şeytanın dürtüleriyle başarıları hazmedemeyen, alan paylaşması mülâhazası ve rekabet hissiyle hareket eden, takdir görüp alkışlanan işlere kendinin daha layık olduğunu düşünen fertler çıkabilir.

Esasında iyilik ve güzellik sahiplerine karşı ilk kıskançlık, Hz. Âdem’e karşı, gayz, nefret, haset ve hazımsızlığını ortaya koyan şeytanla başlamıştır. Goethe de, bu Mefisto - Faust oyununun bitmediğini söyler. Yani bir tarafta şeytan diğer tarafta ise insan vardır. Hatta cinnî şeytanlara tamamen teslim olmuş insî şeytanlar vardır. Bu hususa işaret eden Kur’ân-ı Kerim, “İnsî ve cinnî şeytanlar” (En’âm sûresi, 6/112) ifadesini kullanmıştır. Bunun mânâsı, “tamamen cinnî şeytanların dürtüleriyle hareket eden, o dürtülere göre hayatlarını tanzim eden insanlar” demektir.

Şimdi, en şedidinden en hafifine, bu kadar hain göz, hayırda koşturan bir insanın üzerindeyse, o zaman bu konumdaki bir insana düşen vazife, yol güzergâhını tekrar ber tekrar gözden geçirmektir. Başka bir ifadeyle, bu, insanın, yürüdüğü yolda, herhangi bir arızaya sebebiyet vermemek için, önüne çıkması muhtemel bir kısım hâdiseleri doğru görüp doğru okumasıdır. Neyle yürüdüğüne ve nasıl yürüdüğüne dikkat ederek yaptığı/yapacağı güzel işleri teminat altına almasıdır. İşte bu, güzergâh emniyetini sağlama demektir.
Emanetin en büyüğü

Hazreti Sâdık u Masdûk, “Benim adım güneşin doğup battığı her yere ulaşacaktır.” buyuruyorsa, bu inanan gönüllere önemli bir sorumluluk yüklüyor demektir. Böyle bir hedef ve sorumluluğun yanında, -Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) müjdelediği ve bizim de mazideki bu muhteşem fethin neşvesini yaşatmak ve onu bir kere daha milletimize göstermek için her sene mehterlerle, köslerle kutladığımız- İstanbul’un fethi dahi deryada damla kalır. Hakeza Belgrad’ın fethi de onun yanında deryada damla gibidir. İşte böyle bir emaneti götüren insanlar, güzergâh emniyetini hiç düşünmeden hareket ettiklerinde bu emanete ihanet etmiş olabilecekleri gibi, “bana zarar gelmesin ve ben günümü kurtarayım” mülâhazasıyla meseleyi sadece kendi maslahat ve menfaatlerine bağladıkları durumda da, –güzergâh emin olsa bile– hiç farkına varmaksızın o emaneti zayi etmiş olacaklardır.

Bazen bir haksızlık karşısında imanınızın gereği dolu dolu gürlersiniz. Bu gürlemeniz samimi ve halisane olabilir. Fakat yaptığınız işler gürültü ihtiva ediyor ve çevrede fitne uyarıyorsa siz hiç farkına varmaksızın emanete zarar vermiş olursunuz. Zira Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde:

اَلْفِتْنَةُ نَائِمَةٌ لَعَنَ اللّٰهُ مَنْ أَيْقَظَهَا

“Fitne uykudadır. Onu uyandırana Allah lanet etsin.” (Kenzu’l-ummâl, 11/186, hadis no: 30891) buyuruyor.

Bu sebeple, hizmet-i imaniye ve Kur’âniye’ye bazı yönleri itibarıyla zarar geldiğinde, sadece zarar veren insanların durumuna bakıp “Onlar zulmetti, haksızlık etti, zarar verdiler” deme yerine, bağışlayın, “Acaba biz ne tür bir yanlışlık yaptık? Acaba sesimizle, sözümüzle, tavırlarımızla bu insanları yersiz endişelere mi sevk ettik?” diyerek kendimizi hesaba çekmeli, kendi muhasebemizi yapmalıyız. Bu açıdan günümüzün karasevdalıları, saff-ı evveli teşkil eden sahabe-i kirâm efendilerimiz gibi, İslâm’ı en güzel şekilde temsil ederek, nasıl mükemmel bir hakikatin temsilcileri olduklarını sergilemeli, gönüllerini âleme açmalı ve böylece kalbleri fethedip gönüllere tahtlar kurmalıdırlar. Aksi takdirde, şiddetle, sertlikle hak arama peşine düşülürse iyilik yapıyorum derken insan hiç farkına varmaksızın kötü bir yol içine düşmüş olur. Rica ederim, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mekke’de ezim ezim ezildiği hâlde kalkmış bir insana bir fiske vurmuş mudur? Dile kolay, kırk yaşından elli üç yaşına kadar tam on üç sene Mekke’de preslenir gibi bir hayat yaşamasına rağmen, bütün bu eza ve cefalara katlanmıştır. Öyle ki birisinin kalkıp da “Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir karıncaya ayağını bastı.” demesi mümkün değildir. Evet, O, en yakınından en uzaktaki insana kadar herkese emniyet ve güven telkin etmiş, asla fitneyi uyarmamıştır.
Farz ölçüsünde bir sorumluluk

İşte bütün bunları hesaba kattığımızda –belki günümüzün fukaha-i kiramı itiraz edebilir ama– güzergâh emniyetini sağlamak bana farz-ı ayn gibi geliyor. Yani o emaneti emniyet ve güven içerisinde varması gerekli olan yere ulaştırma, öyle mühim bir vazifedir ki, şayet her şeyi kılı kırk yararcasına düşünmez, güzergâhın her noktasında karşılaşabileceğiniz muhtemel tehlikeleri hesaba katmaz ve çevreden size bakan nazarların bakışlarındaki mânâyı okuyamazsanız emanetin sorumluluğunu yerine getirmemiş olursunuz. Evet, bu mesele bu seviyede bir hassasiyet ister. Onun, popülizme, kendini ifade etmeye ve dünyalık adına beklenti içinde bulunmaya asla tahammülü yoktur./p>

Hz. Pîr-i Mugân, Şem-i Tâban’ın “Said yoktur. Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattir, hakikat-i imaniyedir.” dediği gibi, herkes demeli ki: “Ben yokum, benim şahsiyetim de yok. Eğer benim mevcudiyetim, mülâhazalarım, dünya görüşüm, benlik iddiam bir arpa tanesi kadar bu mefkûreye zarar verecekse, Allah, emanetini alsın. Fakat bir arpa boyu din-i mübin-i İslâm’a hizmet edecek ve o yüce mefkûreyi realize edebileceksem o arpa boyu hizmeti gerçekleştireceğim ana kadar da Rabbim bana yaşama lütfunda bulunsun.” Evet, böyle diyecek kadar bu konuda mert olmak lazım. Adanmış bir gönül tamamen bu mülâhazaya bağlanmalı ve kendini bütün bütün nefyederek fevkalade bir tevazu, fevkalade bir mahviyet ve fevkalade bir hacalet içinde hareket etmelidir.

Şurası bir gerçek ki, sürekli “ben, ben” deyip ramazan davulu gibi öten, hep müşârun bi’l-benân olmayı arzulayan, kendisinden bahsedilmesini isteyen, kendi dünya görüşünü ve hayat felsefesini nazara veren bir insanın yapacağı bir şey yoktur. Böyleleri bugün itibarıyla işe gürül gürül başlasalar bile, yaptıkları bu işin yarın akamete uğraması kaçınılmazdır. Bu açıdan muvakkat bir zaman için değil, mebdeden müntehaya kadar hemen her fasılda meseleyi kendini nefye bağlı götürme esastır.

Eğer bu konuda yanlış bir iş yaparsak, emanete hıyanet etmiş olacağımızdan, hem bu dünyada hem de ahirette pişman ve mahcup oluruz. Hakkım ve haddim olmadığı hâlde çok erken bir dönemde daha askere gitmeden imamlık vazifesi yaptım. Daha sonra ise Cenâb-ı Hak vaizlik mesleğini nasip etti. Şu an geriye dönüp baktığımda, her gün olmasa bile belki haftada bir iki defa geçtiğim güzergâh ve o güzergâhta yaptığım hatalar aklıma geliyor ve kendi kendime, “Yazıklar olsun sana! İnsanlar kürsünün dibine kadar geliyor, orada oturuyor ve seni dinliyorlardı. Niye empati yaparak o insanların hissiyatını hesaba katmadın? Neden Hz. Mevlâna ve Hz. Yunus üslûbuyla o insanların ruhlarına girme yollarını araştırmadın? Niye balyoz ve tokmak gibi milletin kafasına inip kalktın? Sen sözlerinle olmasa bile vurgulamalarınla böyle bir algı oluşturdun.” deyip kendimi kınıyorum. Bu mevzuda kendimi o kadar sorguluyor ve kendime o kadar “yazıklar olsun” çekiyorum ki, bilemezsiniz. Zira bütün bunların hepsini Allah bana sorar. Der ki: “Ben, sana mihrap, kürsü imkânı verdim. Gelip saf saf önünde oturan insanların kalblerini sana yönlendirdim. Neden gönüllerine girmedin? Neden onlara İslâm’ı sevdirmedin? Neden onları Allah delisi, Peygamber delisi hâline getirmedin?”

Evet, ben şahsımdan misal verdim fakat böyle bir emaneti taşıyan her mü’min yarın “keşke” dememek için mesuliyet ve taşıdığı emanet açısından çok hassas hareket etmek zorundadır. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), “keşke”nin bir felaket olduğunu ifade buyuruyor. “Keşke”, falsolar yaşamış ve yaşatmış insanların teselli adına başvurdukları bir laf-ı güzaftır. Bu yönüyle “keşke”, memnu olan ve mü’mine yakışmayan yakışıksız bir kelimedir.

Bir de alkışlanacak “keşke”ler vardır ki, bunlar birbiriyle karıştırılmamalıdır. Meselâ Hz. Ebû Bekir Efendimiz der ki: “Keşke Halid’i falan yere tevcih ettiğimde, Ömer’i de falan yere tevcih etseydim. Böylece bu iki problemi birden halletseydim.” Bazı sahabelerin de, “Keşke Efendimiz’e şunu sorsaydım!” mealinde ifadeleri vardır. Bunlar, âlâya, aksa’l-gâyâta müteveccih “keşke”lerdir. Bunlar bir niyettir ve Allah onlara sevap yazar. Evet, bu ifadeler, daha mükemmele talip olan bir kişinin, onu yapamadığından dolayı “keşke” demesidir. Ancak falsolarımızın üstünü örtme ve nefis müdafaası adına “keşke” demek mezmumdur. Bunlar bir dönemde şeytanın yanlış yaptırdığı işler karşısında yine şeytanın dürtüleriyle söylenilen sözlerdir.

İşte bu açıdan bugün yaptığımız hataların günahı yanında, yarın da “keşkeler” çekmek suretiyle, günahı katlamamak için temkinli hareket etmeliyiz. Her adımda, “Bismillah, temkin ve teyakkuz” diyerek, Allah adına başlamalı, Allah adına işlemeli ve hep O’nun rızasına doğru yol aldığımız mülâhazasıyla hareket etmeliyiz.

02.01.2012 - İman Davasına Gönül Vermişlerle Bir Hasbihal 
Çok uzak yerlerden geldiniz. Bu kadar uzak mesafelerden benim gibi bir kıtmiri dinlemeye gelmeniz, çektiğiniz onca sıkıntı ve meşakkate değmediği bir gerçek. Bununla beraber, Rabbim niyetlerinizin derinliğine göre muamelede bulunsun..! Aşk u şevk ihsan etsin..! Geliş ve gidişinizi boşa çıkarmasın..!
Yıllardan beri bu türlü teklifler karşısında hep kendimi sorgulamışımdır. 'Sen de kimsin, ne oluyorsun, ne anlatacaksın ki bu insanlara faydalı olasın?' İnanın hep böyle düşünmüş, böyle konuşmuşumdur. Ama hüsnüteveccühleri, yapılan onca ısrarı da aşamamış ve kendimi hep bu türlü kalabalıklar karşısında bulmuşumdur.
Bugün değişik bir ruh haleti içindeyim. Hafakan ve feveranlarımın dorukta olduğu gün bugün. O açıdan, söyleyeceğim sözlerde sizleri rencide edeceğim endişesini taşıyorum. Sonra vicdan azabı çekerim diye de korkuyorum. Hatta bu düşünce ile sizlerin huzuruna çıkmama kararı vermiştim. Son âna kadar da bu kararımda ısrarlı idim. Ancak bazı arkadaşlar gelip ağladı, sızladı ve ne olur dediler... Ben de o kadar uzak mesafelerden gelen bu insanlara karşı ayıp olur, Rabbim sorarsa ne cevap veririm, düşünceleriyle işte huzurlarınızdayım. Evet daha sonraları, vicdanımın bir yanını hep ısırıp duracağı endişesi ile iki büklüm karşınıza çıkma mecburiyetinde kaldım. Dolayısıyla konuşacağım şeylerde fikir insicamı olmayabilir.. ifadelerde rekakete girebilirim. Rabbinizin sizlere olan nimet ve lütufları aşkına beni bağışlamanızı dilerim. Aklıma gelen şeyleri, simalarınızın bana ilham edeceği hususları herhangi bir tertip ve tasnife tâbi tutmaksızın arzetmeye çalışacağım. Rabbimin muvaffak kılmasını dilerim!.
Beklentiler ve Ötesi
Bazen çok küçük şeyler, insana çok büyük sevaplar ve hayırlar kazandırabilir. Beklediğiniz, hatta beklemediğiniz neticeleri, onunla bulabilirsiniz. Tıpkı dualarda olduğu gibi.. evet Kur'ân'ın ifadesiyle 'Min haysü lâ yahtesib; ummadığınız yerden' hadd ü hesaba gelmez nimetlerle karşı karşıya kalabilirsiniz. Meselâ; sizler böyle uzun bir seyahat sonucu, aynı çizgide hizmet ettiğiniz arkadaşları görür ve değişik müesseseleri ziyaret edersiniz. Bu vesile ile Rabbim imanınızı takviye eder, Kendi yolunda koşma aşk u şevkinizi artırır ve kalblerinizi telif eder. Zaten keyfiyetin kemmiyete yenik düşmeye yüz tuttuğu böyle bir dönemde, bu türlü takviyelere ne kadar ihtiyacımızın olduğu da izahtan vârestedir. İnşâallah Rabbim bu vesile ile bizleri yeniden keyfiyetin enginlikleri arasında dolaşan hâlis kullar haline getirir.. getirir de evler-yurtlar ve daha büyük komplekslerde sayı mülâhazasını bırakır bir kere daha rızâ-ı İlâhîyi esas maksat yapan insanlar haline geliriz...
Ayrıca Cenâb-ı Hak, böyle bir araya gelme sayesinde, kendisiyle olan yakınlığımız, münasebetimiz açısından 'ne kazandık, ne kaybettik' mülâhazalarını içimize yeniden hâkim kılabilir.. ve bizleri, dünyada-ukbâda faydalı olacak düşüncelere, amellere yönlendirebilir. Zira biz biliyor ve inanıyoruz ki, biz ne istersek isteyelim Rabbim hakkımızda hayırlı olanı nasip edecektir. Meselâ; siz dua dua yalvarır, yakarırsınız; 'Bana dünyayı ver Allahım.' dersiniz. Ama istediğiniz mânâda bir dünya sizin hakkınızda hayırlı olmadığı için, Rabbim sizi 'kut-u lâ yemut'la yaşatır. Ama öte yanda, Berzah hayatınızı cennet haline getirir. Dahası, cennette 'gözün görmediği, kulağın işitmediği, beşer kalbine hutur etmeyen nimetlerle' sizi serfiraz kılar.
Ve yine, 'Allahım salih çocuklar ihsan eyle.' der, durmadan yalvarıp, yakarırsınız. Fakat, 'Evlâdınız ve mallarınız sizin için bir imtihan vesilesidir.' âyetinin ifade buyurduğu hakikat açısından, Rabbim -ihtimal- o imtihanı kaybedeceğiniz için, ya da bilemediğiniz sair hikmetlerinden dolayı, dünyada çocuk ihsan etmez. Ama ahirette Kur'ân'ın 'vildanün muhalledun' dediği, çevrenizde 'lü'lü, mercan' gibi koşuşturup duran, baktıkça içinize inşirah veren çocuklar ihsan edebilir.
İşte bu misallerde olduğu gibi, böylesi seyahatler, harcanan paralar, katlanılan ve katlanılmak zorunda kalınan meşakkatler, sıkıntılar ve tabii ki beklentiler.. sonra da aranılanı bulamamalar.. 'Bunun için mi bunca yolculuk?' demeler. Ama ihtimal, Rabbim beklentilerinizin, arzu ve isteklerinizin çok çok ötesinde aklınıza, hayalinize gelmedik şeyler lütuf ve ihsan ederek sizi bir kısım sürprizlerle mükâfatlandırmıştır.
Keyfiyet-Kemmiyet Dengesi
Son dönemler itibarıyla ülfet ve ünsiyetten kaynaklanan veya Cenab-ı Hakk'ın muvaffakiyet ihsanlarından dolayı, keyfiyeti bırakıp kemmiyete yöneldiğimize biraz önce işaret etmiştim. Evet, halkın dinî ve millî değerlerimize teveccühü, hiç umulmadık insanların bu yolda yardıma koşması, farklı bir açıdan sunulan evrensel mesaj ve değerler.. ve ardından, fevc fevc insanların iman ve Kur'ân hizmetine sahip çıkması, ihtimal bazılarımızın bakışlarını bulandırdı, başlarını döndürdü. Hâlbuki bunların hepsinde kemmiyet buudu hâkim. Durum böyle olunca keyfiyet belli nispette ihmale uğradı.. önümüzdeki günlerde, düşüncelerde bir değişiklik olmazsa ihmale uğramaya devam edecek gibi gözükmekte. Oysaki mesleğimizde 'Bir zerre ihlaslı amel, halis olmayan bin amele racih olma.' gibi bir düstur var. Evet, Üstad'ın o veciz ifadesi ile 'Bir zerre ihlaslı amel, batmanlarla halis olmayana müreccahtır.' Bunu biraz daha açacak olursak, 'Bazen bir tek insana, bir hakikati anlatmak, onun gönlünü fethetmek, Allah nezdinde büyük büyük ordular teşkil etmekten, onlarla beldeler, ülkeler fethetmekten daha hayırlıdır.' Bu ölçüye göre bazen, küçücük bir evde, birkaç insana rehberlik yapmak, üniversitelerde hocalık yapmanın önündedir. Ve bütün bunlar, günün şartları içinde donanımı yapılmış en modern bir okul inşa etmekten daha fazla ve daha hızlı olarak sizleri Allah'a yakınlaştırabilir. Bu açıdan kemmiyetin arkasında koşturduğumuz kadar, keyfiyetin arkasında da koşmak ve bu uğurda plânlar-projeler üretmek, bu plân ve projeleri hayata tatbik etmek vazifelerimiz cümlesindendir.
İlk Günler
İslam'a hizmet çok samimi duygularla, çok samimi hislerle başlatılmış bir hizmettir. Mebdei yani başlangıcı itibarıyla çok hayırlıdır. Yanlış anlaşılmasın, bu tabir, bugünü itibarıyla şerdir ya da hayırsızdır anlamı taşımaz. Belki hâlihazırdaki durumu itibarıyla da iman hizmeti çok hayırları ihtiva etmeye namzet görünmektedir. İnşaallah gelecekte de büyük hayırlar bir bir zuhur eder.
Ne var ki ben, şimdilerin vadettiklerini çok göremediğimden dolayı, geçmişi nazara verecek ve geçmişin kazandırdıklarını arzetmeye çalışacağım. Aslında bu, insanlığın kaderi ve beşerî bir realitedir. Allah Resûlü'nün hayatını siyer kitaplarında mütalâa edenler, o dönemde de ilk'in son'dan hayırlı olduğunu görmüşlerdir. Evet, İnsanlığın İftihar Tablosu'nun etrafında halelenen o ilkler, bazen topraktan çıkan bir deri parçasını yıkayıp, ısıtıp, yiyorlardı. Ağaç yapraklarıyla beslenen insanlar da vardı o gün. Yedikleri bu şeylerden dolayı tıpkı koyunlar gibi tersleyen insanlara rastlamak da mümkündü o devirde. Ve Allah Resûlü işte bu Sahabeye diyordu ki: 'Bugün sıkıntılar, meşakkatler zorluklar içindesiniz; ancak bir gün rahat edeceğiniz günler de gelecek. Fakat şimdilerde siz o günkü durumunuzdan daha hayırlısınız.' 
İşte aynen bunun gibi, bizler de, iman hizmetinin başlangıcında hayatlarını tahta bir kulübecikte geçiren ve ömürlerinin sonuna kadar da geçirmeye kararlı insanlar gördük. Günde bir defa kursaklarına sıcak bir çorba girince o günü bayram ilan edenleri müşahede ettik. Çorbalarına katacak yağı bulamayanları, suyla pirinci kaynatıp çorba diye içenleri.. evet inanın bana, biz işte böyle kahramanları gördük. Yatacağı döşeği olmayanlara, seyahat tutarı olan parayı hep başkalarından istemek zorunda olanlara, bahçelerde, bahçeler içinde kulübeciklerde ders yapmaya çalışanlara şahit olduk. Onlar hem böylesi mahrumiyet içinde hayatlarını sürdürüyor, hem de çok onurlu yaşıyorlardı. Bu arada hiç hediye kabul etmediklerini de kaydedebiliriz ki, böyle birisinin şahsî küçük bir hediyem için söyledikleri sözler hâlâ kulaklarımda tın tındır. 'Yok kardeşim. Biz hediye kabul etmiyoruz. Hediye ile hizmet-i imaniye ve Kur'âniye'yi bulandırmak istemiyoruz.' Hele bunların hizmet ederken, maaş, ücret, burs beklemeleri 'imkânsız' kelimesinin bile karşılayamayacağı seviyedeydi. Böylesi beklentiler, onların hayatlarından mağrib-maşrık (doğu-batı) kadar uzaktı. 
Elbette onların bu ilk dönemi, sizin içinde bulunduğunuz şu dönemden daha hayırlıydı. Hayırlıydı zira o günler bu günleri doğurdu. Şayet o dönemlerde arzetmeye çalıştığım safvet olmasaydı ve onlar birer reşha gibi Cenâb-ı Hakk'a teveccüh edip onu aksettirmeseler idi, bugünkü yümün ve bereket olmayacaktı. İşte bu açıdan, bugünün nesilleri geleceğin fevvareler halinde berekete inkılâp edip çağlamasını istiyorlarsa, aynı safvet, aynı samimiyet, aynı ihlası yaşamak mecburiyetindedirler.
Ne Yapmalıyız?
O hâlde bana sorabilirsiniz; 'yeniden dönüp kulübelerde mi yaşayalım, bir öğün ve bir kap yemekle mi iktifa edelim?' Evet, böyle diyebilirsiniz. Ben de buna karşılık derim ki; 'Ona ben karar vermeyeceğim. Ona karar verecek olan sizlersiniz. Fakat ben burada bir gerçeğin altını çiziyorum. Önemli bir hususu vurgulayarak onu sizlere anlatmaya çalışıyorum. Büyük doğumların, büyük oluşumların temelinde Asr-ı Saadet'in izdüşümü denilebilecek bir hayat tarzının olduğunu, olması gerektiğini anlatıyorum. Karınlarını dahi doyuracak bir şey bulamayan insanların, sırtlarına geçirecek bir paltosu olmayan kimselerin halini arz ediyor ve onların insanlığın kaderi ile nasıl oynadığını ifadeye çalışıyorum. Hiç unutmam, unutamam Hz. Pir-i Muğan, Isparta'da iken, Doğu'ya birisini göndermişti. O zat, halkın içinde otururken dizlerindeki yamaları göstermemek için, sırtına aldığı eski pardesünün etekleri ile onları kapamaya çalışıyordu. Onun pantolonu, ceketi böyle ise, yediklerini tahmin edebilirsiniz.
Evet, işte o dönemde etrafa saçılan ışıktan tohumlar, o tohumlar üzerine bina edilen büyük kompleksler ve dünyanın yedi bucağında açılan okullar, yurtlar, pansiyonlar, hep bu ilk'lerin izinden giden insanların gayretleriyle oldu. Onlar bu samimi zeminde, samimiyet soluklaya soluklaya yetişmişlerdi. Hüsrev Efendi, Hulusi Efendi, Mustafa Gül, Tahiri Mutlu, Sadullah Nutku, Bekir Berk, Zübeyr Gündüzalp, Mustafa Sungur, Abdullah Yeğin, Sait Özdemir, Hüsnü Bayram, Bayram Yüksel, Ahmet Feyzi, Mehmet Feyzi... gibi kahramanlardan görmüşlerdi her şeyi. Dolayısıyla bu insanlar önlerinde örnek aldıkları kimselere göre şekil alıyor ve onların yaşadıkları hayatı yaşamaya özen gösteriyorlardı.. 'gidin' denilen yere gidiyor, 'verin' denilen yerde de veriyorlardı.
Gelelim Günümüze..
Zaman döndü dolaştı bize ve size geldi. Şimdi ibret alacak, ders alacak nesiller bizleri, sizleri takip ediyor. Evet, Kur'ân'ın, 'Peygamber'de sizin için alınacak örnekler vardır.' buyurduğu ve geriden gelenlerin şahsî, ailevî, içtimaî hayat adına onu örnek aldıkları gibi, şimdi yeni yetişen nesillerin de bu hakikatten hareketle, sizleri örnek alacaklarını unutmamak lâzım. Yanlış anlaşılmasın, bunları ifadede tezyif kastı yoktur. Ne var ki bu bir vakıadır. Arkadan gelenler daima öndeki insanları kollarlar. Yeme, içme, yatma, istiğna.. gibi hemen bütün hususlarda öndekilere benzemeye çalışırlar. 
Bu noktada sesimi yükseltip en tiz perdeden sizlere şöyle haykırmak geliyor içimden: Eğer bu mevzuda bizler, geçmişten ve daha ötede Ashab-ı Kiramdan ve günümüzde Hz. Sahipkıran'ın etrafındaki talebelerinden gerekli dersleri alıp, hayatımıza tatbik edebilseydik, geleceğin çağlayanlarının şelaleler halinde İslâm lehine akıp, çağlayıp gideceğine rahatlıkla teminat verebilirdim. Ama eğer durum başka türlü ise, o zaman da kendimizi yeni baştan kontrol etmemiz, murakabe ve muhasebelerimizi sıklaştırmamız gerektiği kanaatini mutlaka arzetmeliyim.
İstiğnanın Buudu
Evet, o aç, susuz, giysisiz insanlar, açtıkları küçücük evlerde 'kira' parasını bile vermekten aciz kişiler; ceketlerini satıp veya hatırlarının geçtiği kimselerden borç alarak oturdukları evin kirasını ödeyen o kahramanlar sayesinde bugünlere geldik. Hatta sizin iyi bildiğiniz birisinin bile, hizmet için aldığı iki yüz lirayı, iki senede ödeyemediği söz konusudur. Nihayet bir gün borç aldığı şahıs, kendisine hatırlatarak; 'O parayı risale alıp dağıtmak için almışsınızdır, isterseniz size hakkımı helâl edeyim.' der. Kabul etmez. Çok net hatırlamamakla beraber zannediyorum, birisinden borç alarak o borcu öder. Zira o günkü düşünceye göre -ki bugün de hâlâ geçerlidir- 'Al şu parayı, evin ihtiyacını karşıla.' denmesi, bu insanlara karşı yapılmış en büyük hakaret sayılırdı. Hatta onlara küfür gibi gelirdi bu mâsumâne teklif. Şimdi bizim, o samimi oluşumu, işin temelindeki insanların safvet ve samimiyetleri ölçüsünde temsil ettiğimizi söylemeye imkân var mı? İhtimal bizim yaptığımız mini bir şablonculuk ve bir taklit. Ama bu ruh haleti bile, tıpkı büyük deryaların büyük dalgaları gibi ma'şerî vicdanlarda makes buluyor.
Evet, bugün dünyanın dört bir yanına hicret buutlu bir göç dalgası varsa, işte bu 'ani'l-merkez' güçten kaynaklanmaktadır. Bu gücün arkasında, arpa kadar bir şeyi hediye olarak kabul etmeyen Hz. Bediüzzaman vardır. Hulusi Efendi, Zübeyr Gündüzalp, Mustafa Sungur, Bayram Yüksel, Abdullah Yeğin ve emsali dâvâ erleri vardır. Hayatlarını Allah Resûlü'nün Suffa Ashabı gibi geçiren ve Sahabe safvetinin temsilcileri olan kişiler vardır.
Ve Bugünler..
Ve bugünler.. bugünlerde de Cenâb-ı Hakk'ın lütufları sağanak sağanak başımızdan aşağı yağıyor. Ben hiç mübalağa etmeden, Rabbimin bu tecellilerini vicdanımda hissederek ve her kelimenin yerli yerinde kullanılmasına fevkalâde özen göstererek diyorum ki; Rabbimizin nimetleri boyumuzu aşkın, liyakat ve istihkakımızın da çok çok üstündedir. Bu kervana katkıda bulunanlara ve bu nimetler döneminin temsilcilerine şahsen ben, her gün kadın-erkek, çoluk-çocuk, genç-ihtiyar, esnaf-memur, tüccar-talebe deyip, hatta toplumun bütün katmanlarını tek tek sayarak dua ediyorum.. dua ediyor ve hiçbir kesimi dışarıda bırakmamaya özen gösteriyorum. Yer yer, zaman zaman; belde belde, ülke ülke, isimler zikrediyor ve şöyle yalvarıyorum Rabbime; 'Kavlî, fiilî, halî iman ve Kur'ân hizmetine destek olanlara, el uzatanlara, maddî imkânlarını seferber edenlere rahmetin, inayetin, bereketin ve hıfzın ile mukabelede bulun Allahım! Lütuflarını onların başlarına sağanak sağanak yağdır. Gönüllerini, verme duygusuyla donat. Sonra bu donatmayı verme şeklinde gerçekleştir...' diyorum.. denmelidir de, zira gelecek, bir yönüyle bu anlayış, bu felsefe ve bu düşünce üzerinde umranlar haline gelecek ve gelişecektir. Eğer bizler o ilk dönemin Sahabileri ya da Hz. Sahipkıran'ın talebeleri gibi samimiyet ve safvet içinde olmazsak, olup da onu koruyamaz ve devam ettiremezsek -ki ben şahsen koruyamadığım endişesi ile iki büklümüm- geleceği kucaklayacağımızdan söz edilemez. Evet ehl-i dünya insanlar gibi görenek ve tiryakiliklerle israfa açıldığımız, evlerimizi onlar gibi dekore ettiğimiz, günde üç defa önümüze sofralar konduğu sürece; geleceğin umranlarını kurma, bahis mevzuu edilemez.
Öyleyse, hâlihazırdaki tablo, geçmişteki insanların ihlas, samimiyet ve safvetlerine, Allah'ın bir lütfu şeklinde tecelli ettiği şeklinde kabul edilmelidir. Dilerim bu tecelliler devam etsin.! Etsin ama o biraz da sebepler plânında bizim hâl, tavır ve düşüncelerimize bağlıdır.
Frekans Paylaşımı
Ben dualarımı kesmiş ve ümidimi yitirmiş değilim. Bundan sonra da dua etmeye devam edeceğim. Edeceğim ama, benim kendilerine dua ettiğim şahıslar, kendileri hakkında da en az benim kadar dua etmiyorlarsa, benim duamın ne ehemmiyeti olur ki.? Yani onlar 'Allahım rahat yaşayacağımıza bizi ihlaslıca yaşat!. İmkânlar içinde yüzeceğimize bize hasbîlik lütfeyle.! İnsanların gönüllerini fethetme duygusuyla bizleri donat!' demiyorlarsa, ben dua etsem ne olur, etmesem ne olur!. Veya onlar, benim dediğimin tersini istiyorlarsa, mal-mülk-menal diyorlarsa, daha liseyi bitirmeden, bir an evvel okulu bitirip evlensem diye düşünüyorlarsa, ben onların ihlas ve samimiyetleri adına dua etsem ne olur, etmesem ne olur!. Yahut benim -ye-minle ifade edebilirim- her gün ihmal etmeden kendileri için 'Allahümme ic'alnâ min ibâdike'l-muhlisine'l-muhlesine'l-ver'i-ne'z-zâhidine'r-râdine'l-mardiyyina'l-muhıbbine'l-mahbubine'l-mukarrabine' dememe mukabil, onlar bunu hayatlarında bir kere dahi demiyorlarsa, duygu ve düşünce itibarıyla hep başka başka kurgu ve hayallerle yaşıyorlarsa, 'ah bir cismânî zevk' deyip, hizmeti tâlî bir iş olarak görüyorlarsa ve ancak atmosfer hazır hale getirildiğinde, altlarına araba, ceplerine telefon konulduğunda hizmet ediyorlarsa, ben dua etsem ne olur, etmesem ne olur?
Unutmayın!
Bu mevzuda sizi 'dua etmiyorsunuz' şeklinde itham etmekten Allah'a sığınırım. Ama şunu da unutmayın, şayet siz, geleceğin, bugüne göre, beş-on kat katlanmış şekilde zuhurunu bekliyor ve İlahî inayet, vekalet, kefalet, kelaet, sizi sarıp sarmalasın arzusunda iseniz, Asr-ı Saadet dönemine, ya da Hz. Üstad'ın devrine dönüp bakmak zorundasınız. Yani ilhamı, Kur'ân'ın nüzul faslından ve Nur'un ilk döneminden almak mecburiyetindesiniz. Evet, bana göre Resûlullah'ın o şanlı Ashabının rengine boyanmak gerektir. Hiç olmazsa Barla kahramanları gibi şekillenmek şarttır. Unutmamak gerekir ki, arkadan gelenler de bizlere göre şekillenecektir.
Kur'ân'ın Rolü
Ayrı bir hususa temas etmek istiyorum: Sahabe asrına 'Altın Çağ', 'Işık Çağ' dedirten Kur'ân'dır. Zamanın bir dönemini altın dilim haline getiren de Kur'ân'dır ve Sahabe dönemine denk Osmanlıların dirilişini sağlayan da yine Kur'ân'dır. Ancak, üç-dört asır var ki, o Kur'ân evlerimizde atlas işlemeli mahfazalar içinde, başımızın ucunda asılı olmasına rağmen, yattığımız odadan, içtimaî, iktisadî ve kültürel hayatımıza kadar geniş bir dairede ona yabancılığımızın yalnızlığını yaşamakta ve tabiî hata bizden kaynaklanmakta. Çünkü ondan kâmil-i mükemmel olarak istifade edebilmek, onunla tam konsantrasyona bağlıdır.. evet o mükemmel vericiye karşı, elde bir almacın olmasına bağlıdır. Onunla frekans paylaşımı şarttır. Kur'ân böyle olduğu gibi sabah-akşam okuduğunuz eserler de böyledir. İçinizde onun hafızları olabilir. Fakat bütün bu okuyup, ezberledikleriniz, sizde, hayatınızı yeniden gözden geçirme fikrini uyarmıyorsa, siz ondan istifade edememişsiniz demektir. Allah Resûlü'nün beyan buyurduğu gibi: 'İnsanlar öyle bir dönemi idrak edecekler ki, Kur'ân bir vadide, onlar da bir vadide bulunacaklar.' Evet, Kur'ân'ın bize bir şeyler ifade edebilmesi, onu Sahabe anlayışı, Sahabe felsefesi, idraki ile algılamaya bağlıdır. Nurların aynı tesiri meydana getirebilmesi de ilk dönemin halis talebeleri ölçüsünde onlara rabt-ı kalb etmeye bağlıdır. Belki de bunlar gerçekleştiğinde bir taraftan kemmiyet daha hızlı artacak ama öte taraftan keyfiyet daha bir derinleşecektir. Böylece, kemmiyet keyfiyetin bir buudu olarak geleceğe yelken açacağız.
Ümitsiz Değilim
Ümitsiz değilim dedim.. evet, hiçbir zaman ümidimi yitirmedim. Bugün de hiçbir şey yitirilmiş ve hiçbir şey bitmiş değildir. Zannediyorum az dişler sıkılsa, mü'minlere eski misyonları tekrar kazandırılabilir. O irşad yuvaları içinde çok az insan kalmasına rağmen, belki yedi yüz, belki yedi bin kişiye muallimlik yapabilir. Yedi bin insan yine o irşad yuvaları sayesinde Kur'ân'ın aşığı, Kur'ân mecnunu haline gelebilir.. gelebilir ve hizmet kıvamına erebilir. Ne var ki, bunun için, o misyonun birileri tarafından yani öndekiler tarafından hassasiyetle kontrol edilmesi lâzım
Evet, bu konuda olağanüstü bir hassasiyet lâzımdır ki, arkadan gelenler bir boşlukla karşılaşmasın. Aksi hâlde -Allah muhafaza- bir başıbozukluk içine girilmesi muhtemeldir. Zaten öyle bir başıbozukluk arkasında çöküntü getirir ve o çöküntünün önünü almak da mümkün olmayabilir. İşte Osmanlı, önümüzde örnek!. Son bir-iki asırdır artık padişahlar ve hünkarlar ordularının önünde cephede değillerdir. Hemen hemen hiçbiri, 'Beni şehit eyle. Din-i Mübini aziz eyle.' diyen Murad Hüdavendigâr'lar gibi kıvamında değildir. Pekâlâ kötü mü idi bu insanlar? Hayır kötü değillerdi. En az günümüzün iyileri kadar iyi idiler.. evet bu onlar kötüdür mânâsına gelmez. Ne var ki, olmaları gerektiği ölçüde olmadıkları da bir gerçek. Medine'deki irtidat cereyanına karşı 'Hiç kimse gelmese bile ben tek başıma, bu mürtetler güruhu ile savaşırım.' diyebilecek kadar iyi değillerdi ve çöküş dönemi emareleri sayılabilirlerdi.
Allah Aşkına
O hâlde gelin Allah ve Resûlullah aşkına, bugüne kadar hazırlanan umranlar üzerine birer mirasyedi gibi konan bizler, evet çok güzel şeyleri ecdadından tevârüs eden bizler, bir çözülüşün, ardından yeni bir çöküşün vesileleri olmayalım. Evlerimiz birer harabeye dönmesin! Yurtlarımız, okullarımız birer baykuş yuvası olmasın!
Bunlara 'âmîn' demek kolay ama, bu iş samimiyet ve safvet ister. Kendini düşünmeme, yaşama zevkine dilbeste olmama, yaşatma delisi olarak toplumu kucaklama, 'Başkaları imanla hayatın enginliklerine ulaşamayacaklarsa, benim yaşamamın bir anlamı yoktur.' mülâhazasına kilitli olmayı ister.
Tekrar Keyfiyet
Evet, Asr-ı Saadet dönemine denk, bir ihlas dönemi bizde de yaşandı.. yaşandı ama, ben onun şu anda bütün derinliğiyle devam ettirilebildiği kanaatinde değilim. Kafamdan bir türlü keyfiyetin kemmiyet karşısında yenik düştüğünü atamıyorum. Evet şimdilerde keyfiyetin nakavt olduğunu zannediyorum. Oturup bordrolar üzerinde saatlerce mütâlâalarda bulunan insanları görünce, bir türlü bu düşünceden kurtulamıyorum. 'Şu kadar isterim' diyenleri gördükçe bir çöküşün başladığı düşüncesinden vâreste olamıyorum. İnsanların konuşmaları karşısında samimiyetlerini muhafaza edemediklerini görüyor ve bu konuda kuşku taşımaktan kendimi alamıyorum. Dolayısıyla da, bir samimiyet, safvet, ihlas döneminin bitmeye yüz tuttuğu endişesiyle tir tir titriyorum. Ardından da diyorum ki Akif'ten az değiştirerek:
'Bu anlayış, bu hissiyat, bu samimiyetle hizmet olur derlerse pek yanlış.
Bana bir topluluk göster, ölmüş maneviyatıyla sağ kalmış!'
Sorun Vicdanlarınıza
Evet, bizler düşmanla yaka-paça olmuş, kimbilir kaç defa ölümle burun buruna gelmiş, öldürücü yaralar almış ve sonunda ganimetten hissesine düşen pay verilirken onu reddedip, 'Ben bunun için Müslüman olmadım; Müslüman oldum ki şuradan bir ok yiyip şehit olayım.' diyen Sahabinin civanmertliğini gösterebiliyor muyuz? 'Ben maaş için bu dâvâyı benimsememiştim. Yapmayın Allah aşkına! Bana kastınız, garazınız mı var? Ahirette beklediğim şeyleri dünyada vermek suretiyle beni mahv u perişan mı etmek istiyorsunuz?' diyebiliyor muyuz? Ben böyle desem ve ardından sorsam, 'Kaç insan var, bu soru karşısında, 'Ben varım!' diyebilecek?..' Belki hepiniz bu soru karşısında parmak kaldırıp ve 'Ben varım!' diyebilirsiniz; ancak ben öyle demeyecek, soruyu soracak, sonra da üç nokta koyarak ve cevabı vicdanlarınıza havale edeceğim. Var olduğuna, hüşyar olduğuna, imanla meşbu' bulunduğuna inandığım vicdanlarınıza! Ve vicdanlarınızın önemli bir rüknü olan lâtife-i Rabbaniyenize! Sizin hakkı görmeye hazır hislerinize! Cenneti kavrama şuurunuza! Bütün bunları aşmada sizin için önemli bir dinamik olan iradenize! 
Evet sorun vicdanlarınıza! Eğer vicdanlarınızdan cevab-ı sevap alıyorsanız, geleceğe ümitle bakabiliriz. Bahtınıza düştüm ne olur; yukarıda arzettiğim Sahabi gibi, eline tutuşturulmak istenen ganimet karşısında 'Ben bunun için dâvâ insanı olmamıştım.' diyemez misiniz? Diyebiliyorsanız istikbal vaad ediyorsunuz demektir. Yoksa.. evet yoksa maalesef bir şey demeyeceğim. Eğer mutlaka bir şey demek icap edecekse, 'Kendimizi bir kere daha gözden geçirelim.' diyeceğim.
Bu yüce misyonun temsilcileri olup olmadığımızı, dünyevî herhangi bir beklentimiz bulunup bulunmadığını?. Bir zamanlar peygamberler, asfiya ve evliya ile temsil edilen Kur'ân'ın ruhunu etraf-ı âleme tam aksettirip aksettiremediğimizi?.. Bir kere daha gözden geçirelim ve evlerdeki, yurtlardaki, okullardaki hatta bütün müesseselerdeki çalışmaları yeniden mercek altına alıp bir kere daha samimiyetimizin derecesini, kontrol edelim.
Başınızı ağrıttığımın farkındayım.. zehir-zemberek şeyler söyledim, şuurundayım. Belki bazılarınız içinizden geçiriyordur: Keşke gelmeseydin de bu acı şeyleri söylemeseydin.. haklı olabilirsiniz ama başta söylemiştim, size karşı mahcup olmamak için geldim. Samimi miyim, değil miyim, bu ötede belli olacak. Ben kendimi hep cehennemin kenarına kadar getirilmiş ve ardından bir tekme yiyip, gayyâya yuvarlanmış birisi gibi görmüşümdür. Evet yıllardan beri ben kendimi hep bu insan gibi gördüm ve İlahî inayet imdadıma yetişmezse, kurtulmam mümkün değil düşüncesini taşıdım. Siz kendinize ne nazar ile bakarsanız bakın, o beni hiç alâkadar etmez. Ancak ben burada, muhasebenize, murakabenize esas teşkil edebilecek şeyleri arzetmeye çalışıyorum.
Kimbilir belki de bir on-yirmi-otuz sene sonra, bazı kesimler itibarıyla menfaat ve çıkar kavgalarının, sen-ben çekişmelerinin, turnikeye önce girmiş olma beklentilerinin meydana getireceği çalkantılar yaşanacaktır. Makam-mansıp, şan-şeref, şöhret arzularının sebebiyet vereceği kavgalar, gürültüler meydana gelecektir. Dilerim bunlardan hiçbiri olmasın; ama yine de bu kabil şeyler sizlerde gerçekleşir endişesiyle acele ediyor ve şimdiden dünyevî menfaat ve çıkarlar karşısında aldanmamanız için haddimi aşarak tembihde bulunuyorum. Bugün-yarın, öbür gün olabilir endişesiyle yaşıyorum.. yaşıyor ve enkazın altında birlikte kalır, eziliriz kaygısıyla iki büklüm oluyorum. Kehanet değildir bu; toplumun hâlihazırdaki durumunun ve görünümünün ifade ettiği mânâdır, muhtevadır. Şimdi konuştuklarım da, bu görünümün içime akıttığı zehir-zemberek düşüncelerdir.
Sözlerimi burada noktalarken, Allah'ın üzerinize olan lütuf ve ihsanları adına beni bağışlamanızı dilerim. Şayet sözlerimle sizleri rencide ettiysem, bunu İslâm'a hizmet hususunda duyduğum duyarlılığa ve aşırı hassasiyete verin ve beni mazur görün!
Fethullah Gülen

30.12.2011 - Şikayet - 2 
Fethullah Gülen: Fasıldan Fasıla-3: Şikâyet-2
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Ashabımdan hiç kimse diğeri hakkında bana söz taşımasın; zira ben sizin huzurunuza selim bir kalb ile çıkmak istiyorum.”[1] buyuruyor. Buradan hareketle, kalb‑i selim ile Rabbisiyle mülâki olmak isteyen herkes, kendisini ilgilendirmeyen mevzuları, başkaları hakkında söylenen sözleri dinlememeye kendisini şartlandırmalıdır. Bu husus bir dava uğrunda kader birliği yapmış arkadaşlar arasında çok daha fazla önem arz etmektedir.
Öte yandan toplum adına yapılan hizmetlerde belli bir sorumluluk altında bulunuyorsak, meydana gelen problemleri dinlemek ve çözmek de bizim vazifemizdir. O açıdan bu iki şeyi birbirine karıştırmamak lâzım.
Bakın Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendisine isim tasrih edilmeden söylenen problemleri, verdiği hutbeler, yaptığı konuşmalarla halletmiştir. Meselâ, “Velâ hakkı, azat edene aittir.”[2] buyurmuş ve Hazreti Âişe Validemiz ile Berîre’nin sahipleri arasındaki velâ problemine son vermiştir. Huneyn Savaşı sonunda, heyecanına hâkim olamayan ensardan bazı gençlerin ganimet taksiminde muhacirînin kayırıldığı şeklindeki düşüncelerini, topluca ensara yapmış olduğu o enfes konuşması ile halletmiştir.[3]
Netice itibarıyla, bizi ilgilendirmeyen hususlarda şikâyet ve gıybet televvünlü konuşmalara karşı kapalı ve kilitli olacak, ilgi alanımız içine giren şeyleri de dinleyecek ve zamanında yapacağımız müdahalelerle o işleri çözüme kavuşturacağız. Kaldı ki başka fertlere zarar verebilecek hususları –tabiî sorumluysak– dinlememek, çözüm bulmamak bizim hakkımız değildir. Orada mesele âmme hukuku –Allah hakkı– içine girer ve bizi aşar. Dolayısıyla bu türlü durumlarda mutlaka meseleyi çözebilecek birisine zamanında intikal ettirmeli veya kendimiz çözebilecek isek, ona hemen çözüm bulmaya çalışmalıyız.
Bu meselenin bir diğer yönü; bazen birileri gelip, şahsımız hakkında başkalarının söylediği ifadeleri aktarıyorlar. “Falan senin hakkında şöyle diyor, böyle düşünüyor, yazıyor vs.” Şimdi hiçbirimiz dinin direği değiliz.. ölçü ve kıstas hiç değiliz. Bu açıdan birilerinin aleyhimize olması, aleyhte düşünmesi ve konuşması o insanların kötü olduğuna delâlet etmez. Zira bazı insanlar vardır ki, müraidir. Size iyi görünmek için o tür davranışların içine girerler. Bazıları da hakperesttir. Size karşı haşin, sert görünür ama doğruyu konuşur, doğruyu anlatır.
Şimdi bizler şahsımızla alâkalı meselelerden dolayı her konuşulanı dinlemeye kalkarsak, inanın bana gıybet çarkı dönmeye başlar. Hâlbuki gıybet etmek haramdır. Gıybet etmeme de bir meziyettir, iman işidir, yürek işidir. Yiğitliğin emaresidir. Onun için yanımızda gıybet edilmeye başlandığı an bu yiğitliği göstermek zorundayız. “Dinlemiyorum böyle şeyleri, kalkın, defolun gidin yanımdan.” demeliyiz. Bunu yapacak cesaretimiz yoksa, bari kendimiz kalkıp gitmeli ve o şeytan meclisini terk etmeliyiz.
Bu hususta bir de konum meselesi var. Meselâ benim konumum. Bazen oluyor ki bana intikal eden hâdiseler karşısında kendimi şikâyet bürosu şefi gibi görüyorum. Gelen‑giden belki günde 100 adam problemini anlatıyor ve ardından “Çöz bunu!” diyor. Problemleri çözme neyse ama onların intikalinde gıybetlere girme yok mu, işte onlar beni mahv u perişan ediyor. İmanlı sinelerde, imanlı dillerde bu kâfir sıfatını görmeye hiç tahammül edemiyorum.
Ben sizlerden tekrar rica edeyim. Allah aşkına bu türlü davranışları hayatımızdan silip atalım. Zira yapılan şu güzel hizmetleri –hafizanallah– yiyip‑bitirecek iftirak ve gıybet virüsünden başka bir şey bilmiyorum. Hele gıybet, hele gıybet!. Meselâ, İslâm’a hizmet yolunda öyle insanlar tanıyorum ki, zinaya karşı olabildiğine kapalı, yediği, içtiği, giydiği şeylerde harama kilitli, namazları çok mükemmel, fakat gel gör ki gıybetin merkezinde. Hâlbuki gıybet de en azından zina ölçüsünde haram. Onun için tekrar rica ediyorum birilerini çekiştiren, her fırsatta gıybet eden insanlara karşı ortaklaşa tavır alalım. Konuşmayalım, konuşturmayalım o insanları. Bulunduğumuz ortamları iftirak ve gıybete nâmüsait hâle getirelim. İçtimaî hayatımızı perişan eden bu iki virüsten, yılandan, çıyandan kaçar gibi kaçalım.
Fethullah Gülen
[1] Tirmizî, menâkıb 33; Ebû Dâvûd, edeb 28; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/395.
[2] Buhârî, büyû 67, şürût 17, mükâteb 2; Müslim, ıtk 5.
[3] Bkz.: Buhârî, menâkıbü’l-ensâr 1-2, meğâzî 56; Müslim, zekât 132-140.