Donnerstag, 19. Mai 2011

Gülen Hareketi Özgün Yapısıyla Anlaşılabilir

Gazeteci ve Yazarlar Vakfı bünyesindeki Medialog Platformu tarafından bu yıl 19'uncusu düzenlenen "Türkiye'yi Anlama Toplantısı" gerçekleştirildi. The New York Times, Al Jazeera TV ve BBC gibi 30'a yakın yabancı basın kuruluşunun iştirakiyle gerçekleştirilen toplantıda, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkanı Mustafa Yeşil, Medialog Platformu Genel Sekreteri Erkam Tufan Aytav ve Abant Platformu Genel Sekreteri Faruk Mercan sorulara cevap verip gazetecileri bilgilendirdi.

Vakfın kuruluşu, hedefleri ve etkinlikleri hakkında kısaca bilgiler veren Vakıf Başkanı Mustafa Yeşil, daha sonra basın mensuplarının sorularını cevapladı. 10 yıl öncesine kadar Gülen Cemaatinin görünürlüğünün günümüzdeki kadar belirgin olmadığını ifade ederek, bugün Fethullah Gülen isminin kamuoyunda daha sık yer almasının nedenini soran gazeteciye Mustafa Yeşil şu cevabı verdi:

Gülen Hareketi Özgün Yapısıyla Anlaşılabilir

"Hizmet 90'lı yıllarda yurt dışında okullar kuruldukça sadece Türkiye'de değil, dünya çapında da konuşulur hale geldi.1996-1998 yılları arasında Fethullah Gülen'in Alevi liderlerle görüşmesi, Fener Rum Patriği Bartholomeos ile görüşmesi ve Türkiye Museviler Hahambaşısı İzak Aleva ve 1998'de Papa ile görüşmesi olumlu karşılanması gereken bir durumken, bazı kesimleri rahatsız etti. Çünkü onlar Alevi-Sünni çatışmasını körüklemek isterken Gülen'in Alevilerle el ele tutuşmayı hedeflemesi, onlar laik-antilaik çatışmasını körüklemek isterken Gülen'in laiklikle hiçbir problemimizin olmadığı vurgusunu yapmış olması ve onların bir kısmı Avrupa Birliğine sırt dönerken yine Gülen'in özellikle AB projelerinin mutlak manada devam etmesinin gerekliliğine vurgu yapması ve yine 'Demokrasiden geriye dönülemez' ifadeleriyle de demokratik hayatın önemine vurgu yapması muhtemel ki birilerini rahatsız etti."

"140 Ülke Tanıyamadı da, Sadece Türkiye'deki Belirli Bir Kesim mi Doğru Tanıdı?"

 

Toplumun ağırlıklı bir kesimi Fethullah Gülen'i ışık saçan bir ilim adamı olarak görürken başka bir kesiminin şeytan gibi görmesi durumunun Fethullah Gülen'i tanımamaktan ve art niyetten kaynaklandığını belirten Mustafa Yeşil sözlerine şöyle devam etti:

"Gülen'in düşüncelerinin tartışıldığı dönem sadece bu dönemden ibaret değil. Özellikle bugün "Ergenekon" süreciyle başlayan İtalya'daki gibi devletin belli kademelerine nüfuz etmiş belli derin yapılanmaların Gülen'e attıkları değişik iftiralar yaklaşık 30 yıldan bu yana devam etmektedir. Örnek olarak Gülen hiç evlenmediği halde 30 yıl önce Gülen'in 4 eşi olduğu iddia ediliyordu. Kendi şahsi mülkiyeti olmadığı ve eserlerinin teliflerinden başka hiçbir geliri olmadığı halde Gülen'in yüzlerce dönüm zeytinliklerinin olduğundan bahsediliyordu. Son 10 yılda bir grup kendisi hakkında şeriat devleti kurmak istiyor iddiasında bulunurken bir başka grup da onu diyalog hareketlerinden dolayı gizli kardinal olarak ifade ediyordu. Bir grup Suudi Arabistan'dan aldığı kaynakla beslendiğini iddia ederken bir başka grup CIA tarafından finans edildiğini söylüyor. Bunlar çok zıt iddialar. Türkiye kaynaklı azınlık bir grup onu tehlikeli diye itham ederken, kendisi yurt dışından övgüler alıyor. Bu iki iddiadan birinin yalan olduğu muhakkak. Dolayısıyla hangi tarafın yalan olduğuna dair gerekli araştırmalar ve çalışmalar ve hangi tarafın daha inandırıcı olduğuna dair de zannediyorum ortaya konan eserler yeterli cevabı verecek düzeydedir. Ülkedeki bir küçük azınlığın tespit ettiği bu tehlikeli(!) adamın teşvik ettiği okullar 140 ülkede kabul görmüş ve 140 ülkenin istihbarat teşkilatları, devlet adamları bu insanı tanıyamamışlar, sadece Türkiye'deki bu azınlık tanımış denirse haklılık ve doğruluk adına çok ciddi bir yanlışlık yapılmış olur."

"Gülen Dahil, Faaliyetler Hakkında Kimse Ayrıntı Veremez"

 

Yeşil, okulların milyon dolarlık projeler olduklarını fakat üyelik sistemi olmadığı için hala bir şeffaflık olmadığını söyleyen bir muhabirin sorusunu yanıtlarken, hareketin özgün bir yapısı olduğunu ve genişlemesinin de bundan kaynaklandığını belirterek şunları söyledi:

"Kafalarda oluşturulan şekle ve sisteme hareketi adapte etmeye kalkarsanız zihinlerde birçok noktada boşluk kalacaktır. Dolayısıyla hareketi mevcut yapısıyla ve konumuyla farklı bir unsur, bir tarz olarak ele alıp o manada inceleme yaptığınızda zannediyorum o şeffafiyetle alakalı birçok sorunun cevabını bulmak mümkündür. Bugün dünyada bazı yönleriyle benzer hareketler olsa da yapısı itibariyle kendine özgün bir yapı olduğunu söyleyebiliriz. Bu hareketin bu kadar gelişmesinde en etkin yönü ve özelliği, merkezi olmayışıdır. Burada prensipler etrafında model, belli yerlerde kurulmuş kurumlar ve hareketin benzer bu kurumların modelleme yoluyla onu seven ve gönül verenler tarafından önce Türkiye'nin değişik illerinden ondan sonra da dünyanın o değişik yerlerine gitmesi tarzında bir gelişmesi olmuştur. Bu hareketin kendini ifade etme noktasında en zor noktası şu noktadır; hareketin içinde hiçbir fert dünyanın değişik yerlerinde yapılan bu faaliyetlerin mahiyet ve detaylarını bilerek hepsi hakkında bir bilgi veremez. Gülen dahil. Belki şu olabilir. Hareketin bütün kurumları ve müesseseleri bulunduğu ülkelerin kanunları ve tüzükleri ile çok ciddi manada denetim ve takip altına alınabilir ki zaten o denetim ve takip altındadır. Her ülkede açılan okul, kendi bakanlığına ya da ilgili kurumlara bağlıdır ve denetimi altındadır. Bugüne kadar yaşanan sıkıntılar net bir rakam verememekten kaynaklanmaktadır. İsteyen birinin gidip bu 140 okulu teker teker ziyaret etmesi halinde ulaşamayacağı hiçbir bilgi yoktur."

"Bu belirsizlik suiistimale açık bir sisteme yol açmıyor mu?" diye soran bir gazeteciye ise Mustafa Yeşil, "Suiistimal edecek insan 'alma' hesabıyla yola çıkar. Biz ise 'verme' hesabıyla yola çıkıyoruz. Bu yüzden bu kötü niyetli kişi kendi kendini zaten deşifre edecektir."

"Sorun Demokrasiyse 'İmamın Ordusu' Kitabını Destekleyen Medya, Nokta Dergisi Kapatılırken Neden Sessizdi?"

 

Toplantıda, "İmamın Ordusu" adlı kitabın yazarı gazeteci Ahmet Şık'ın ve bazı gazetecilerin tutuklanması da gündeme getirildi. Mustafa Yeşil, suçu ispatlanana kadar insanların uzun süre tutuklu kalmasıyla ilgili durumu "yargı boşluğu" olarak değerlendirdi ve "Biz bu durumun halli için konferanslar düzenledik. İçişleri ve Adalet Bakanlığı'yla görüşmeler yaptık, gerekli hukuki düzenlemelerin yapılması konusunda görüşlerimizi açıkladık" dedi. Konuyu değerlendiren Medialog Platformu Genel Sekreteri Erkam Aytav da, bu durumun Ahmet Şık'a özel bir durum olmadığını, başka insanların ve kurumların başına da geldiğini belirterek şunları söyledi: "Eğer sorun demokratikleşmeyse Nokta Dergisi'ni polis bastı ve çıkan yayının ardından dergi kapatıldı. Peki o zaman neredeydiniz? Neden sesiniz çıkmadı?"

Zeminin tam demokratik yapıya sahip olamamasından kaynaklı olarak medyanın da köpürtmesiyle birlikte insanların kendilerini Kürt, Alevi, Ermeni olarak ifade edebilmesinin imkansızlığından söz eden Mustafa Yeşil insanların birbirlerine karşı bir maskeyle dolaşmasının yanlış olduğunu belirterek "İnsanları 'neden cemaatçisin' diye sorgulamak yerine herkesi gruplandıran bu sistemi sorgulamak gerekmiyor mu?" dedi.

gyv.org.tr

Mittwoch, 18. Mai 2011

Fethullah Hoca Din Adamıdır, Kaset Olaylarının İçine Çekilmesi Yanlış

Fethullah Hoca Din Adamıdır, Kaset Olaylarının İçine Çekilmesi YanlışAydın Ayaydın, MHP'li bazı isimlerin skandal kasetleriyle ilgili de değerlendirmede bulundu. Bu olayın siyaseti kirlettiğini ifade eden CHP'li siyasetçi, MHP lideri Devlet Bahçeli'nin parti içi skandalla ilgili 'okyanus ötesine' gönderme yapmasını doğru bulmadığını dile getirdi. Ayaydın, "Bu tür olayların içerisine Fethullah Gülen Hoca'nın isminin karıştırılması yanlıştır. Gülen Hareketi'nin varlığı sadece Türkiye'de değil yurtdışında da bilinen bir gerçektir. Fethullah Gülen, din adamıdır. Sadece kaset olayına değil, siyasete de karıştırılmasını doğru bulmuyorum. Gülen'in kendisinin de adının siyasete karıştırılmasından rahatsız olduğunu düşünüyorum." şeklinde konuşuyor.


gulenbewegung.blogspot.com

Dienstag, 17. Mai 2011

Fethullah Gülen Vazgeçse Bile..

Osman Özsoy
Osman Özsoy
MHP lideri Sayın Devlet Bahçeli'nin dün gazetelere yansıyan ifadelerini okuduktan sonra, aslında yazıya biraz da avam tabiriyle, "Bir liderin çuvallayışı" başlığını koymak iyi giderdi.


Sayın Bahçeli'nin dün medyaya yansıyan şu sözlerini akıl ve iz'anla telif etmek mümkün müdür? Şöyle demiş Sayın Bahçeli; "Başbakan Erdoğan, Obama'dan istirham etsin. Gülen'i Türkiye'ye rahatlıkla gönderme imkanı tanısın. Gelsin ve olayları yakından takip etsin?"

Hani halk arasında kulağı tersten göstermek diye bir söz vardır... Aslında Sayın Bahçeli'nin demek istediği şu; "Başbakan Erdoğan Obama'ya söylesin ve Gülen'i ABD'den kovdursun."

Sanki Sayın Fethullah Gülen'in Türkiye'ye dönmesinin önündeki en büyük engel ABD Başkanı Obama'ymış gibi, akla ziyan bir yakıştırmada bulunmuş Sayın Bahçeli?

Eğer Sayın Fethullah Gülen, Türkiye'ye dönmesi konusunda görünüşte önünde hiç bir hukuki engel olmadığı halde, hala ülkesine dönmekte bazı çekinceler yaşıyorsa, bunun temel nedeni, son günlerde olduğu gibi akla gelen her türlü konuyu politize etme eğiliminde olan ve bundan gündelik çıkar sağlamaya çalışan Sayın Devleti Bahçeli ve türdeşi insanlar yüzündendir.

Sayın Gülen'i candan sevenleri bile gelsin diye yırtınıp durmazlarken ve Sayın Gülen ne zaman dönmesi gerektiğini hepimizden daha iyi biliyordur diye düşünürlerken, Sayın Bahçeli'nin illaki gelsin şeklindeki çırpınışlarını nasıl okumak lazım acaba? Bu derin muhabbeti neye bağlamak lazım.

Üç yıl evvel 2008 yılı ocak ayında, "Birand Sordu; Gülen Neden Dönmüyor?" başlıklı yazı kaleme almıştım. Bahçeşehir Üniversitesi'nin 26 Eylül 2008'de gerçekleşen yeni akademik yılı açılışına, Cumhurbaşkanlığı görevinde henüz 1 ayı doldurmamış olan Sayın Abdullah Gül de katılmıştı. Açılış töreni için Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül'ü beklerken, Ali Kırca, Mehmet Ali Birand ve Vatan gazetesi yazarı Ruşen Çakır'la sohbet ediyorduk. Gazeteci Birand bir ara bana, "Fethullah Gülen ne zaman dönecek" diye sordu. Gazeteci Ruşen Çakır hemen araya girdi ve Birand'a dönerek şunları söyledi; "Neden gelsin ki abi? Türkiye'nin durumu malum... Birileri çıkar, bulur kendi yandaşı savcıyı, olmadık meseleler yüzünden habire uğraştırır dururlar adamı?" dedi.

Ne Kırca, ne de Birand, "olur mu kardeşim öyle, neden uğraştırsınlar ki adamı?" demedi.

Ne anlıyoruz bu sözlerden? Demek ki, hukuk sisteminin adamına göre işlediği, çok da güven vermeyen çarpık bir yargı sistemi var bu ülkede. Geçtiğimiz günlerde Ümraniye Kültür Merkezi'nde bir araya geldiğimiz gazeteci Mehmet Baransu, bunun sayısız örneklerini anlattı katılımcılara. Hakim ve savcılara siyaset dışı odaklardan açılan telefonlarla, nasıl sürüm sürüm süründürüldüğünden örnekler verdi. Ama yılmamış. Dimdik ayakta maşaallah. Allah'a sırtını dayayan, kuldan korkar mı diyor?

Hatırlarsanız, başta Anayasa Mahkemesi ve HSYK olmak üzere, hukuk sistemini az da olsa revize etmeye yarayan ve belli dünya görüşünü paylaşan insanların tekeli olmaktan çıkarmayı amaçlayan bir düzenleme için, 12 Eylül 2010 referandumunda sandık başına gitmiştik. O referandumda hangi kanattaydı Sayın Bahçeli?
Hukuk sistemi daha çağdaş olsun görüşünü savunan 'evet'çilerin cephesinde miydi, yoksa, 'neyi var hukuk sisteminin, değişiklik gerekmez, bu hali çok iyi?' düşüncesiyle değişikliğe direnen 'hayır' cephesinde mi?
Eğer bu ülke belli bir dönemde yaşanamaz hale geldi ise, bunda eski siyasetçilerin payı az değildir.

Türkiye 2007 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçimine doğru hızla yol alırken, o sırada Meclis'te grubu olmayan MHP'nin lideri Sayın Bahçeli'yi parti genel merkezindeki odasında ziyaret etmiş ve Türk siyasetinin içinde bulunduğu durumla ilgili bir müddet sohbet etmiştim.

Sayın Erdoğan ve Gül dahil, AK Parti Meclis'ten kimi aday gösterirse, demokrasinin selameti, Meclis'in demokratik sistem içindeki ağırlığının artması, seçim dönemlerinde gidilen sandığın bir anlam ifadesi ve millet iradesinin Meclis çatısı altında tecellisi açısından bu tabloya dışarıdan da olsa destek vermek gerektiği konusundaki düşüncelerimi paylamıştım. 'Biz de öyle düşünüyoruz' demişti. Eğer MHP'nin genel başkanlık makamındaki görüşmeler gizli veya açıktan kaydediliyorsa, bu görüşmenin ayrıntıları orada vardır.

O günlerde demokratik sistem açısından aklı selim bir çizgide duran ve partisi Meclis'e girdikten sonra 367 sorunu yaşanmadan Sayın Gül'ün cumhurbaşkanı seçilmesi konusunda destek veren Sayın Bahçeli, nedense o olaydan sonra, hızla millet endeksli siyasetten, dünkü Türkiye'nin aktörleri olan siyaset dışı odaklar ekseninde bir çizgi tutturmaya başladı. Partisi de giderek taban kaybetti.

Yazıya başlık olan, "Fethullah Gülen vazgeçse bile..." satırlarını, bir süre önce, "Fethullah Gülen faaliyetlerine bir müddet ara versin" şeklinde açıklama yapan Devlet Bahçeli'nin sözleri üzerine bir köşeye not etmiştim. Biraz bekledim. Sayın Bahçeli büyük tepki çeken bu açıklamasını tashih eder şeklinde bir umut taşıdım.

Aksine, giderek daha da agresifleşti.

Sayın Bahçeli şunu iyi bilmeli?

Türkiye'nin onurlu geleceğini inşa etme, Türk bayrağını dünyanın dört bir yanında gururla dalgalandırma ve bu hayırlı hizmeti tüm millete mal ederek el birliği ile yol alma konusunda geniş halk kesimleri öylesine motive oldular ki, Sayın Fethullah Gülen bir anlık gaflet eseri "ben vazgeçtim" dese bile, bu kutlu nehrin, geçmişten gelip geleceğe olan ve gittiği her yeri yeşerten o kutlu akışı artık asla durmayacaktır.

Bu nedenle herkes birbirine dua etmeli ve kutlu yolculukta adımların sabit kalması için destekçi olmalı. Güzel günler yakın. Az sabır?

Bahçeli Vakası: İntihar Değil Suikast

İhsan Dağı
İhsan Dağı
Son konuşmalarına bakıp birçok kişi Devlet Bahçeli'nin siyaseten intihar ettiğini düşünüyor. Bence Bahçeli intihar etmiyor, siyasal bir suikasta kurban gidiyor. Üstelik kendisi de bunun farkında. Hedefteki kişi olarak da yerinde duramıyor, hareket halinde; suikastçının atışlarından korunmaya çalışıyor. Bugünlerde iki sözünden birisinin 'okyanus ötesi' olmasının nedeni bu; hedef şaşırtmak.


Kaset operasyonunu yapanların hedefi MHP'yi imha etmek değil, Bahçeli'yi bertaraf etmek. Sonra da MHP'nin üzerine oturacaklar. Dolayısıyla bütün bu olup bitenlerin adresini fazla uzaklarda, okyanus ötelerinde aramak yanlış.

Üstelik Bahçeli'yi tehdit edenlerle, şu günlerde Gülen Hocaefendi'yi hedef haline getirmek isteyenler de muhtemelen aynı çevreler. Bahçeli kaset operasyonunun arkasında kimlerin olduğunu hakikaten öğrenmek istiyorsa, kendisine 'okyanus ötesi'ne ateş etmesi için akıl verenlere iyice bir baksın.

Bence MHP'lilerin kasetlerini ortalığa salanlarla Gülen Hocaefendi'ye saldırılmasını tavsiye edenler aynı kişiler olmasa da aynı ekip.

Ve bu ekibin amacı da belli: önce MHP'yi barajın altında bırakmak, ardından da Bahçeli'yi tasfiye etmek.

Neden?

Bahçeli meydanlarda sert bir dil kullansa, mitinglerde idam ipi atsa, rakiplerini meydan kavgasına çağırsa da milliyetçileri sokağa dökmeyen adamdır. Son dönemde Ergenekon-Balyoz sanıklarıyla iş tutmaya kalksa da Bahçeli partiyi ve ülkücü hareketi derin devletin hizmetine vermemiştir. Öncelikle bu gerçeği tespit ve teslim etmek gerek.

Çünkü şimdi olanlarla Bahçeli'nin bu tutumu arasında bağlantılar var. Partisini ve gençlerini derin güçlerin operasyonel kullanımına izin vermeyen Bahçeli tasfiye edilmeye çalışılıyor. Eskiden de denemişler, ama başaramamışlardı.

Neden Bahçeli'yi tasfiye etmeye çalışıyorlar? Çünkü seçimlerden sonra MHP'yi sokakta kullanmak istiyorlar. Yani, seçim sonrası süreç için birileri şimdiden pozisyon alıyor, cepheyi kurmaya çalışıyor. Bunun için de önce MHP'yi barajın altında bırakacaklar, ardından da MHP'ye yeni bir genel başkan uydurmaya bakacaklar; sokağa inmeye hazır birisi olacak bu.

Seçim sonrası önemli; çünkü Türkiye'nin yeniden kurulmasını sağlayacak iki büyük konu seçimlerden sonra ele alınacak. Bunlar, yeni anayasa ve Kürt sorunu.

Anayasa için sözler verildi, hazırlıklar başladı hem sivil toplum hem siyasi partiler kanadında... Resmî ideoloji, yüksek yargı, ordunun statüsü, MGK'nın yapısı, vatandaşlık tanımı, iktidarın atanmışlar ve seçilmişler arasında paylaşımı gibi hayati konular yeni anayasada ele alınacak. Hep söylüyorum; yeni anayasa demek, en büyük iktidar paylaşımı kavgası demek. Bu kavgada sokaklara hâkim olarak siyaset yapmak isteyenlerin olması kimseyi şaşırtmasın.

Ve seçim sonrası gündeme gelecek olan ikinci konu, Kürt meselesi. Bir yandan 15 Haziran gibi bir tarih dayatılıyor, öte yandan BDP'nin seçimlerden biraz daha güçlenerek çıkması bekleniyor. Taleplerin de tepkilerin de kabardığı, yönetilmesi gereken bir süreç var önümüzde. AK Parti her şeye rağmen bu konuya el atacak. Konunun şimdilerde tartışılmıyor, konuşulmuyor olması bile seçim sonrası bir hareketliliğin işareti olabilir.
Bu iki konunun suhuletle ele alınmasından rahatsız olacak çok derin çevreler var. Direnecekler. Ellerindeki ilk proje de MHP'yi Meclis'e değil, sokağa salmak.

Bence amaç bu; MHP'yi sokağa çekerek yeni anayasanın ve Kürt meselesinin çözümünü engellemek. Siyasetin gerginliğinin sokağa taşındığı böyle bir senaryoda şiddet ile siyasetin esir alınabileceği hesaplanıyor.
Kısaca, hedefteki adam Devlet Bahçeli. Şimdi, Engin Alan, Ümit Özdağ gibi isimleri partiye alarak ve Gülen Hocaefendi'ye saldırarak kendisini hedef tahtasına koyanları kazanmaya çalışıyor. Bu girişimleriyle bazı çevrelere mesaj veriyor olabilir, ama aslında tam da bunları yaparak siyasal mağlubiyetine zemin hazırlıyor ve de kendisine hazırlanan tuzağa düşüyor. Hâlâ çıkış yolu var, ama Bahçeli'nin önce, ötelere değil çok yakınlarına bakması gerekiyor.

İhsan Dağı, Zaman

gulenbewegung.blogspot.com 

Montag, 16. Mai 2011

Arınç: Bahçeli, Fethullah Gülen'i Kastederek Büyük Hata Yaptı

Arınç: Bahçeli, Fethullah Gülen'i Kastederek Büyük Hata YaptıDevlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, MHP'de ortaya çıkan kaset skandalı ile ilgili olarak Diyarbakır'da değerlendirmelerde bulundu. Arınç, Bahçeli'nin 'okyanus ötesi' lafı ile büyük hata yaptığını belirtti.

Diyarbakır'ın yerel televizyonlarından TV 21 Genel Yayın Yönetmeni Taner Özbay'ın sunduğu Perspektif programına katılan Arınç, Bahçeli'nin kaset skandalı ile ilgili okyanus ötesini göstermesini değerlendirdi. Arınç, "Okyanus ötesinden Fethullah Gülen Hocaefendi'yi kast ediyorsa ki öyle diyorlar, açıkça söylemediği için diyorum, o zaman çok yanlış yapıyor demektir ve bu MHP tabanının en az yarısı tarafından kabul edilemeyecek bir sözdür. Çünkü Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Türkiye için, insanlarımız için, onları birleştirecek, doğru yolda birbirine kenetleyecek İslam'ın daha iyi anlaşılmasını temin edecek, eğitim hamleleriyle herkesin okuma özgürlüğünün ve daha iyi yetişmesinin önünü sağlayacak çalışmalarına bakarak bu söylenenlerin ne kadar asılsız ve yanlış olduğunu düşünecektir. Bence çok büyük hata yaptı sayın Bahçeli. Eğer Fethullah Gülen Hocaefendi'yi bizzat kast ediyorsa bu sözleriyle bunun karşılığını bu seçimlerde görecektir. İkincisi bu sözler topu taca atmaktır." diye konuştu.

Hiç kimsenin özel hayatının merak edilmemesini, böyle yasa dışı ve ahlak dışı işlerle o görüntülerin tespit edilmemesini istediklerini dile getiren Arınç, "Bunu yapanlar ne kadar kötü bir iş yapıyorlarsa, bu görüntülerin sahipleri de o kadar yanlış iş yapıyorlar, ahlak dışı iş yapıyor demektir. Burada sadece kadınlarla çirkin ilişkilerin görüntülenmesinin yanında o kişilerin temsil ettiği siyasi zihniyete ne kadar aykırı davrandığı ortaya çıkıyor. Kendi tabanlarına hakaret eden, kendi eşlerine hakaret eden, kendi aile düzenlerini hiçe sayan bu tür davranışların bir siyasi partinin, hele hele üst kademesinde olmasını olağan karşılamak mümkün değildir. Sanıyorum ki Bahçeli de bunun sıkıntısı içerisindedir. Bu kişileri istifa ettirmek yoluyla partisinde bunun benzerlerinin yaşanmayacağını ortaya koymak istemiştir." ifadelerini kullandı.

Cihan Haber Ajansı  


fgulen.blog.de

Bir Yalan Çok Tekrar Edilmekle Doğru Olmaz

Berliner Zeitung gazetesinde uzun yıllar yayın yönetmenliği yapmış önemli bir gazeteci ile Türkiye’de Alman basınına çalışan muhabirler hakkında konuşurken şunları söyledi: “Benim yayın yönetmeni olduğum yıllarda kendisi ile çalıştığımız İstanbul’da yaşayan muhabirin çalışma şekli şuydu: Türkiye’de bir olay olduğunda Hürriyet, Radikal ve Cumhuriyet gazetelerini önüne koyar, haber yazacağı konuyla ilgili bu gazetelerde çıkan bilgilerden Almanca bir haber derler ve bize geçerdi.” Geçende Spiegel Online’de Türkiye ile ilgili yukarıda sözü geçen gazetelerin Ahmet Şık ve Nedim Şener olayına yaklaşımı ile örtüşen bir haber okudum. Haberin altında yayın yönetmenin sözünü ettiği muhabirin ismi vardı. Belli ki aradan yıllar geçse de söz konusu muhabirin çalışma sisteminde bir değişiklik olmamış.

Türkiye’de Alman basınına çalışan veya temsil eden iki elin parmak sayısını geçmeyen muhabir bulunuyor. Sayıları az ama etkileri büyük bu grup hakkında genellemede bulunmak elbette ki doğru olmaz. Aralarında, şimdi Dubai’de Arap dünyasındaki gelişmeleri muhafazakar FAZ için takip eden Rainer Hermann gibi Türkçeye hakim, iktisat ve İslam bilimlerini okuduğundan dolayı belli bilimsel disiplin açısından siyasi ve toplumsal gelişmeleri doğrudan takip eden isimler var. Hermann’ın Türkiye’de yaşanan değişim ve dönüşümü analiz eden yazıların seviyesi çoğu Türk gazetecinin ve köşe yazarın kaleme aldığı yazıların çok üstündeydi.

İstisnalar bir tarafa; ne yazık ki İstanbul’dan yazan Alman muhabirler Alman kamuoyuna Türkiye fotoğrafını gerçekçi olarak yansıt(a)mıyorlar. İşin içinde masa başı muhabirliğin rol oynadığı kadar, dünya görüşünü gazetecilik mesleğinin önünde tutma, bir biri ile ilişkisi olmayan olaylar arasında bağlantı kurma, haberde konu edinen şahıslarla doğrudan görüşmeden merkez basında yer alan bilgileri sorgulamadan doğru kabul ederek haberde kullanma, Türk siyasetinde kullanılan dili Alman mantığına göre eleştirme gibi sorunlar var. Bunlara İstanbul’da beyaz Türklerden oluşan ortamda ki hayat tarzını da eklemek gerekiyor. Ve elbette bazı muhabirlerde ki kasıt ve art niyeti de.

Bir örnek vermek gerekirse: Ahmet Şık’ın ‘İmam’ın Ordusu’ isimli çalışmasından dolayı tutuklanmasında Hizmet’in perde arkasında rol oynadığı bilgisi Alman basınında konuyla ilgili çıkan nerdeyse tüm haberlerde yer aldı. Hiç bir Alman muhabir gazeteciliğin temel ilkelerinden biri olan şüpheci yaklaşımla şu soruları sormadı:
  1. Piyasada acaba Fethullah Gülen Hocaefendi ve Hizmete karşı hiç kitap yok mu?
  2. Bütün bu tartışmalardan en çok zararı Hizmet hareketi görüyor. Madem ki bu kadar güçlü ve etkili bir hareketten söz ediyoruz. Az bir zaman sonra perde arkası zaten ortaya çıkacak ve kendi aleyhlerinde kullanılacak bir adımı neden atsınlar?
  3. Bu olayla ilgili iddiaların dışında somut delil ve belge var mı?
  4. Ahmet Şık’ın çalışması kitap olarak basılmasa da internet üzerinden yayınlandı. Şık’ın kitabında ‘Gülen hareketinin devlete sızması’ ile ilgili araştırmacı gazetecilik adını hak edecek hangi yeni bilgi ve belge yer alıyor?
Bu üç sorunun cevabı şu:

1) Türkiye’de Fethullah Gülen Hocaefendi ve Hizmete karşı içinde saçma sapan komplo teorilerin yer aldığı en az 20 kitap kitap reyonlarında yer alıyor. İsteyen de istediği kitabı alıyor. Hatta bazı kitaplarla ilgili kampanyalar bile yapılıyor.

2) Bu olayla Hizmet hareketinin ilişkisi yok, aksine en büyük zararı Hizmet görüyor. Uluslararası basın neredeyse bu olaydan hareketle Ergenekon davasını ve davanın dayandığı delilleri görmez oldu. (İyi bir gazeteci acaba gerçek hedef bu muydu diye sormaz mı?)

3) Bu olayların arkasında Hizmetin olduğu ile ilgili iddiaların ötesinde her hangi bir belge ve delil yok.

4) Ahmet Şık’ın yazdıklarından daha önce söylenmemiş yeni hiç bir bilgi yok.

Bütün bunlara rağmen Spiegel, Welt ve FAZ gibi ciddi olduklarını iddia eden Almanca yayınlarda ciddiyetten uzak yalan-yanlış bilgilere tekrar tekrar yer verilmesi bunları doğru yapmaz. Sadece bu gazetelere duyulan güveni biraz daha sarsar ve okurları ile arasında oluşan mesafe daha da büyür. Çünkü gerçeklerin er veya geç ortaya çıkma gibi bir huyu var.

Süleyman Bağ, Zaman Avrupa 

Hocaefendi, MHP, Bahçeli ve Kaset Siyaseti

Ali Ünal
Ali Ünal
Sadece Türkiye kamuoyunun değil, artık dünya kamuoyunun tanıdığı Fethullah Gülen Hocaefendi ile Devlet Bahçeli'yi bir terazide tartmak, hem hakikate karşı affedilmez bir cinayet, hem de Hocaefendi'ye hakaret olur.


Bu iki ismi MHP deyince akla gelen "ülkü" temelinde bir teraziye koyacak olsak, bir kefede Hocaefendi'nin "Türklük âlemi"ne, İslâm ve müsbet milliyetçilik manâsında "Türklük" mefkûresine ve Türkiye'ye hizmetleri; diğer kefede, içinde en azından "Hira Dağı" kadar İslâm'ın da olduğu MHP "ülkü"süne ve "Türklük âlemi"ne hangi hizmeti yaptığı ve "Türk dünyası"na şöyle göz ucu aşinalığı bile meçhul bir Bahçeli yer alacaktır. MHP tabanını bölmüş, MHP "ülkü"süne hizmet verenleri dışlamış, bu "ülkü"ye en ters uygulamalara imza atmış, 12 Eylül referandumunda CHP, BDP, PKK ile aynı kulvarda hareket ederek, MHP çizgisini âdeta intihara sürüklemiş olan Bahçeli, yanına aldığı bazı isimlerin peşpeşe ortaya çıkan rezaletleri karşısında referandumdaki aynı tavrını sergileyerek, bir defa daha "okyanus ötesi"ne atış yapmakla seradan süreyyaya cife sıçratabileceğini sanmaktadır.

Her insan zahiren kan, kemik ve etten müteşekkildir ama, insanlığıyla, karakteriyle insanlar arasında mağmadan Sidretü'l-Müntehâ'ya, a'lâ-yı ılliyyînden esfel-i sâfilîne kadar mesafeler, dereceler ve derekeler vardır. O bakımdan, sergilediği tavırlarıyla Bahçeli'nin Hocaefendi'yi idrak etmesi mümkün değildir. Evet, ahlâksızlık ahlâksızlıktır, günah günahtır; günahın onu işleyen veya başkaları tarafından fâş edilmesi, günahı işleyeni masum kılmaz. Fakat işlenen bir günahı hem işleyenin, hem başkalarının fâş etmesi de, en az o günah ölçüsünde günahtır. İslâm, günahı modern psikanalizde bir psikoloğa anlatmakla güya rahatlama veya Hıristiyanlıkta bir papaza açmakla affedilmesini umma gibi bir tavrı da asla tasvip etmez. İslâm, günahı işlemeyi de, fâş etmeyi de yasaklar; insan, günahından dolayı içten pişman olup, onu ancak Allah'a itiraf edebilir ve Allah'tan onun bağışlanmasını diler. Bu bakımdan Hocaefendi, bırakın birisinin hem de yüz kızartıcı bir günahını fâş etmeyi veya fâş ettirmeyi, kendisine birisi vicdanını rahatlatma veya affı için duasını isteme gibi bir sebeple bir günahını söyleyecek olsa, onu kat'iyyen dinlemez; onu dinlemediği gibi, özellikle bir başkasının gıyabında yalnız günahının değil, bir hatasının bile anlatılmasına izin vermez ve "Âhiret'e kimse hakkında menfî bir duygu ile gitmek istemiyorum" diye hatırlatır. Hocaefendi bir taraftan böyle davranırken, diğer yandan, İslâm başkaları hakkında suizanda bulunmak gibi, hakkımızda başkalarını suizana sevk edecek davranışlarda bulunmayı da yasakladığı için, dinlenme tehlikesi karşısında "yabancı bir kadınla konuşuyor" zannedilebilir veya iftirasına maruz kalabilir diye, mübarek ve yaşlı ablasıyla bile telefonda konuşmaktan kaçınır. Bundan dolayıdır ki, Hocaefendi'yi canından çok seven mübarek ablası, onunla ilgili haberleri ancak onu ziyaret edenlerden alabilmektedir.

Hocaefendi, Bahçeli ve MHP ile uğraşmak gibi kendi adına hiç makuliyeti olmayan bir işe tenezzül de etmez. Fakat uygulamaları ve tercihleriyle en azından MHP "ülkü"sünü intihara sürükleyen Bahçeli, bu intiharı üzerine yükleyeceği birini aradığı gibi, esasen Hocaefendi'ye bilerek düşmanlık etmektedir. Bunun önemli bir sebebi, kendisinden hem birtakım devletlerin, hem Türkiye'deki Ergenekoncu ve statükocu yapının, hem BDP'nin beslendiği ve çözülmesini istemediği "Kürt sorunu"nun, Bahçeli MHP'sinin de âdeta tek sermayesi olmasıdır. Hocaefendi'nin teşvikçisi olduğu hizmetlerin Güneydoğu'da hem bu "sorun"un çözülmesi adına ortaya koyduğu performans, hem de onun istismarı karşısında dikmeye başladığı barikatlar, "sorun"un devamını isteyenler gibi, anlaşılan Bahçeli'yi de ciddî rahatsız etmektedir. Bahçeli'nin CHP ve BDP ile aynı kulvarda politika üretmesi, bunun en açık işaretidir ve Bahçeli, Hocaefendi'ye karşı açılan cephenin silahşörlüğünü yapmaktadır. Ama nafile!

Ali Ünal, Zaman

fgulen.blog.de 

Muhsin Başkan Yaşasaydı...

Mümtaz'er Türköne
Mümtaz'er Türköne
Muhsin Başkan'ın MHP'den ayrılmak zorunda bırakıldıktan sonra 'Yeni Oluşum'u başlattığı ve Büyük Birlik Partisi'nin kuruluş hazırlıklarını yürüttüğü günlerden biriydi. Akşam vakti Yeşilköy'den uçağa bindik. Uçak bulutların üzerine çıkınca, pencereyi işaret etti. İstanbul'da hava kararmıştı; ama güneş gökyüzünde turuncu rengiyle pırıl pırıl parlıyordu. Demek güneş battıktan sonra da aydınlatmaya devam ediyormuş. Sadece sizin önünüzde duran karanlığı aşacak bir ufka ihtiyacınız var.


MHP gürültülü şekilde çöküyor. Bu çöküşte kasetlerin veya Gülen Hareketi'ne açılan anlamsız savaşın payı elbette var. Ama daha önemlisi: MHP'nin içinin bomboş olduğu, sevk ve idaresinin ehliyetsiz ellerde durduğu bu vesileyle ortaya çıkmadı mı? Yıllar önce, aklına çok değer verdiğim genç ülkücü akademisyenlerden biri bana bir Devlet Bahçeli tasviri yapmıştı. Biçer-döverlerin bir ayar yeri varmış. Yere yakın ayarlarsanız, ekinleri dibinden kesermiş. 'MHP'de ayar çok yere yakın işliyor, aklı uzunlar orada barınamıyor' diye durumu özetlemişti.

Yıllar önce Ayvaz Gökdemir'in cenaze töreni için Meclis'e gitmiştim. Merdivenlerde iki basamak yukarıda bekliyordum. Devlet Bahçeli önümden 9-10 kişilik maiyeti ile geçti. Çevresindekilerin çoğu eski arkadaşımdı. Hepsi gözlerini kaçırıp, önleri ilikli yollarına devam etti. Biraz sonra Bahçeli tekrar döndü, bu sefer beni görüp elimi sıktı, hal hatır sordu. Anında çevresindekiler kuyruğa girip elimi sıkmaya başladılar. O gün MHP'de neden Ülkücü Hareket'in içinden yetişme aklı başında fikir adamlarının yer bulamadığını anlamıştım. Biçer-döver yere çok yakın biçiyormuş.

MHP, 27 Mayıs darbesini yapan, sonra demokrasiye geçişe karşı oldukları için tasfiye edilen 14'ler içinde yer alan darbecilerin kurduğu bir parti. Başlangıçtan itibaren bu partinin gençlik tabanını, Demokrat Partili babaların çocukları oluşturdu. MHP'nin kurumsal ve tarihsel kimliği ile tabanının kişiliği ve eğilimleri hep farklı oldu. Onları bir arada tutan milliyetçiliğin güçlü yapıştırıcı etkisiydi. Muhsin Başkan 1992'de yakın çevresine yönelik kasıtlı şiddet yüzünden MHP'den ayrılmak zorunda kalmasaydı, Türkeş sonrasında tartışmasız genel başkandı. Ayrılması, MHP'nin darbeci kimliği ile Ülkücü tabanın millî-manevî hamurunun ayrışması anlamına geldi. Büyük Birlik Partisi bu çelişkiyi ortadan kaldırdı, Ülkücü Hareket'i kimyasına uygun bir rotaya soktu. Ne var ki siyaset sadece iyi niyetle ve inançla yürümüyor. Muhsin Başkan, politikanın derin kumpaslarına ayak uyduramayacak kadar mert ve temiz olduğu için basamakları hızlı çıkamadı.

Muhsin Başkan bugün yaşasaydı, MHP'nin hal ü pür melâline ne derdi? Kasetler hakkında hiç konuşmayacağından, ama Gülen Hocaefendi'ye karşı yürütülen savaşın çirkinliğini, zalimliğini deşifre etmek için her şeyi yapacağından eminim. Muhtemelen Bahçeli'ye 'Ergenekon'a neden canla başla hizmet ediyorsun?' diye sorar sonra da eklerdi: 'Kuşatıldın mı, esir mi alındın?'

MHP'nin düştüğü duruma BBP'liler de, benim gibi derinden üzülüyorlar. MHP ve BBP'nin Ülkücü tabanı aynı mayadan geliyor. Çorum'dan arayan Kadir Bey'in serzenişinde bu samimiyeti gördüm. Hangi partiden olursa olsun Ülkücüler MHP Genel Merkezi'nin bu görüntüsünden çok rahatsızlar. Özellikle, Gülen Hareketi'ne açılan savaştan.

Avni Özgürel ve Emre Uslu, bu savaşı MHP'nin Batı illerinde CHP tabanına yönelik stratejisinin eseri olarak yorumluyorlar. MHP ile CHP arasında cemaat ekseninde bir rekabet yok ki? Mehmet Ekici'nin 'kasetlerin kaynağını biliyoruz, ama seçimlerden sonra açıklayacağız' sözü, MHP'nin pozisyonunu içerde kopan fırtınalara göre belirlediğini gösteriyor. Başka türlü neden seçim sonrasına ertelensin? Bir gece yarısı MHP liderinin odasına takım elbiseli üç kişi gelmiş, birkaç saat konuşmuş ve sabaha karşı her şey değişmiş olamaz mı?
Muhsin Başkan yaşasaydı belki bize ne olup bittiğini daha açık anlatırdı.

Mümtaz'er Türköne, Zaman

fgulen.blog.de

Okyanus Ötesinde Ne Var?

Vedat Bilgin
Vedat Bilgin
Galiba benzeri bir söz ilk defa Baykal tarafından dile getirildi.


Yaşadığı tatsız olay sonrasında yaptığı açıklamada, komplonun "okyanus ötesiyle" ilgisi olmadığını ifade etmişti. Şimdilerde okyanus ötesini işaret etmek neredeyse moda oldu. İşin aktüel kısmını bir tarafa bırakarak, söylenmeyen ama ima edilen olayın ne olduğuna bakmak istiyorum.

Türkiye'de dini akımların arka planında güçlü bir tasavvuf geleneğinin bulunduğunu bu ülkede yaşayan, ister dindar olsun ister olmasın, herkes iyi kötü bilir. Yine hepimiz biliriz ki, tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla birlikte tasavvuf akımlarının toplumsal olarak görünürlük kazandığı tarikatlar ve dini topluluklar bir anlamda "yeraltına çekilerek" mensubiyet ilişkileriyle dinsel eğitim, gelenek ve ibadetlerini sürdürmeye çalıştılar.

Özgürlük mahrumiyeti

Eğer dinsel akımlar, insanların iç dünyalarına yönelik özel inanç tecrübeleri olan tasavvufi hayatın zenginliği ile kendisini geliştirme imkânı bulsaydı, bir örnek olarak, hem bugün Alevi yurttaşlarımızın manevi dünyalarının ve kültürlerinin daha fazla zenginleşmesine imkân sağlanmış olurdu hem de benzeri şekilde diğer dini akımların tasavvuftan beslenen tarikat veya cemaatlerin insanımıza ve kültürümüze daha yaratıcı katkılar yapacağını görebilirdik.

Ünlü Türk iktisat tarihçisi rahmetli Prof. Dr. Ömer Lütfü Barkan unutulmaz makalesi olan "Kolonizatör Türk Dervişleri "adlı çalışmasında, Anadolu'nun Türkleşmesinde hem bir iskân metodu olarak hem de kültürel iklim değişimi pratiği olarak tasavvufun ve öncü dini akım temsilcilerinin rolünü ortaya koymuştur.

Toplumsal hayat, baskılar, yasaklar, engellemelerle ve ortadan kaldırma girişimlerine, kendi dinamiklerince özgürlük mahrumiyetine cevap üretir. Nitekim sivil toplumun güçlenmesiyle birlikte, geleneksel tarikat, cemaat ilişkilerinin dışında yeni yaklaşımlar ve anlayışlar benimsenmekte gecikilmedi. Sivil toplumun bizatihi kendisi inanç özgürlüğünü geliştiren, onu kullanan yeni bir model yarattı. Çeşitli dini önderlerin, şahsiyetlerin manevi rehberliğinde, sivil oluşumlar meydana geldi. Hatta bu sivil oluşumlar giderek geniş dayanışma gruplarına, cemaatlerine dönüşmekte gecikmedi.

Bugün toplumsal hayatımızda giderek yaygınlık kazanan, dini nitelik taşısalar da taşımasalar da, tasavvufi etkilerin belirgin olarak hissedildiği ya da tezahür etmediği yapıların, geleneksel tarikat ve gruplardan farklı bir sürecin aktörleri olduğunu, bir anlamda yeni bir cemaatleşme türünü yansıttığını anlamak gerekir.

Dayanışma ve toplumsallık

1980'li yıllardan sonra dünya çapında yükselen değişim dalgası ve yansımaları, Türkiye'nin modernleşme süreci, eski zihniyet dünyasını yıkıp eski toplumsal tasavvurları parçaladıkça, Türkiye kentli, farklılaşan, sınıflaşan, bireyleşen bir topluma doğru gittikçe, insanların kendilerini bu topraklara ve birbirlerine yakınlaştıran, bağlayan anlam sistemlerine yönelik talepleri de yükselmeye başladı.

Bugün çok tartışılan cemaat olgusunun arkasında, toplumda yaşanan yapısal değişimin ortaya çıkardığı toplumsal dayanışma ihtiyaçlarının, yenidünyanın sorunlarına karşı ortak bir anlam sistemi içerisinden inanç dünyası etrafında bir cevap üretme gereğinin bulunduğunu asla unutmamak gerekir. Böyle bir yapılanmanın kazandığı dinamizmi, başta Türk ve İslam coğrafyası olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerinde temsil etmek apayrı bir yazı konusudur.

Okyanusun ötesinde ne var sorusunu anlamak için, önce burada olanları, yaşananları anlamaya çaba sarf etmek gerekir diye düşünüyorum.

Vedat Bilgin, Bugün

fgulen.blog.de 

Okyanus Ötesine Milliyetçi Hareket!

Nuh Gönültaş
Nuh Gönültaş
MHP ile ilgili gelişmeler sanal alemde ciddi alay konusu yapılıyor.


Ama MHP'de durumun bunların çok ötesinde olduğundan hiç kuşkum yok.

Ortaya çıkarılan birkaç kaset, parti yöneticilerinin seçmenleri alaya alan konuşmaları, öyle anlaşılıyor ki aysbergin sadece görünen yüzü.

Partide asıl sorun, partinin Ergenekon'un etkisine girmiş olduğudur.

İlginçtir, Genel Başkan Devlet Bahçeli, Yalçın Küçük'ün önerilerine açık hale gelmiş ve onun isteklerini hayata geçirmiş durumda.

'Okyanus ötesi' sallaması da bu etki altında kalınarak yapılmış bir 'milliyetçi hareket!'

"Devlet Bahçeli, kendisini tehdit eden güç ile yüzleşmekten korktuğu için topu okyanus ötesine atıyor."

Oysa Deniz Baykal çok daha cesurca ve mertçe davranmıştı!

Şimdi...

Devlet Bahçeli tıpkı Kemal Kılıçdaroğlu gibi Ergenekon'un etkisi altına girdi.

Bakınız, Balyoz sanığı emekli Korgeneral Engin Alan'ın MHP'ye alınması ve milletvekili adayı yapılması Ergenekon sanığı Yalçın Küçük'ün önerisiyle oldu.

Yalçın Küçük: "Eğer lütfeder ve beni kabul ederse, asistanımdı benim. Bizim Devlet Bahçeli'ye gideceğim ve hiçbir şey sormayacak. Sadece projemizi anlatacağım. Engin Paşa alıyorsan al..."

Engin Alan'ı bilmeyen var mı?

Darbe sanığı, başörtülü öğrencileri fişleten adam.

Devlet Bahçeli: "Engin Alan partimizin üyesi. Kendisi ve ailesi önce Cenabı Allah'a sonra MHP'ye emanet.

Siyasi beraberliğimiz devam eder. Muhtemelen de seçimlere girmesi gerekir. Partiye davetimiz sırasında onu aynı zamanda Meclis'te görmek istedik."

Yalçın Küçük: "O zaman bu Ergenekon denilen dava bitecek. Arkadaşlarımız milletvekili olacak. "

Engin Alan MHP'ye alındıktan sonra Yalçın Küçük Devlet Bahçeli'ye teşekkürlerini sunmakta gecikmedi:

Yalçın Küçük: "Yaşam bir direnç meselesidir. Ben bugün Engin Alan kararından ötürü teşekkür için Devlet Bey'i arayacaktım. Çok yorgun olduğum için yarın arayacağım. Bizim yapmak istediğimiz işte çok büyük bir mesafedir bu."

Yalçın Küçük: "Bugün içeride olan benim cürüm arkadaşım, subayların hepsi MHP tandanslı. Ben bunu televizyonlarda Devlet Bahçeli'ye söyledim. Bak dedim aslan gibi bir albay Atilla Uğur. MHP'li, onlar bizim yanımızda solcu oluyorlar."

Vay be... Solcunun yanında solcu, MHP'linin yanında MHP'li ha...

Yani?

Yani her şey çok açık değil mi?

Bahçeli niçin önce Hocaefendi'ye "faaliyetlerini durdur" diyor sonra da partisindeki rezaletlerin ortaya çıkmasının ardından "Okyanus ötesi" milliyetçi hareket düzenliyor?

"Gülen dönmeli" diyor!

Gülerim ben Bahçeli'nin zekâsına!

Ne taktik var ne strateji ne de MHP'ye oy veren milyonların hakkını, hukukunu korumak..
.
Girdiği etkinin altında isteyerek ya da istemeyerek, daha çok isteyerek olduğu anlaşılıyor, çok ciddi hatalara bile bile imza atıyor.

Hocaefendi'nin ülkesine gelmek için Devlet Bahçeli'nin ne iznine ne de önerisine ihtiyacı vardır.

Dilediği zaman dilediği gibi gelir!

Neyse...

"Kılavuzu Yalçın Küçük olanın başına böyle şeyler gelir" diyelim ve bitirelim.

Nuh Gönültaş, Bugün  

fgulen.blog.de

Kasetler Aslında Teferruattır

Ahmet Taşgetiren
Ahmet Taşgetiren
Bu seçimlerin en sıkıntılı partisinin MHP olduğunu söylemek yanlış olmaz.


Sıkıntı, aslında 12 Eylül referandumundan başlayıp, yükselerek geliyor.

Parti yönetiminin, referandumda "hayır" oyu kullanma kararı, tabanı gerçekten ciddi bir kafa karışıklığına itti.

Bir yanda, "evet" çağrısı yapan AK Parti, diğer yanda "hayır" kampanyası yürüten CHP...

MHP tabanı nerede dursun?

İşte bu kritik soru, MHP'nin tavanı ile tabanını ayrı dünyalara savurdu.

Aslında MHP tabanındaki önemli bir grup, tıpkı AK Parti tabanı gibi, anayasa değişikliğini zaruri görmekteydi.

Bu kesim, muhafazakâr kitle diye nitelenebilir. MHP tabanında bunların çoğunluk oluşturduğu da söylenebilir.

Bu kesim, anayasa değişikliğine neden "hayır" demek gerektiğini bir türlü anlamadı, kabul etmedi.

Anayasa değişikliğinde "hayır" çağrısına uyanlar ise CHP ile yan yana düşmenin burukluğu içine girdiler.

Dolayısıyla MHP kitlesi, sanki bir kısmı AK Parti'ye, bir kısmı CHP'ye savrulma gibi bir duygu karmaşasına itildi.

Şimdi, partilere oy verilen bir seçim söz konusu ve MHP'nin, bu, oraya buraya savrulan kitleyi toplaması lazım.

Ya "evet" oyu verenler AK Parti'de, "hayır" oyu verenler CHP'de kalırsa... MHP yönetimi, böyle bir panik içine girdi. Ve suçlu aramaya başladı.

MHP yönetiminin, mesela CHP'ye kaptırabileceği oy tabanı üzerinde herhangi bir biçimde kafa yormuyor gözükmesi ilginçtir. Oysa özellikle sahil kesimlerinde CHP, MHP kitlesinin kafasını çelmek için yoğun çaba sarf ediyor.

MHP yönetimi, büyük öfkeyi AK Parti'ye yöneltiyor, bir de cemaate...

"Okyanus ötesi" söylemi, gerçekte cemaate açılan savaşın soslanmış hali.

Muhtemel ki Bahçeli, "Okyanus ötesi" diyerek, MHP tabanına bir "dış güç kompleksi" enjekte etmeye çalışıyor. Oysa bu dış güç kompleksinin, cemaat ve Hocaefendi üzerinden empoze edilmesi imkânı yok.

Türkiye, Fethullah Gülen Hocaefendi ve cemaatin, Türkiye dışında yaptıkları çalışmanın "Türk okulları" ve "Türkçe olimpiyatları" ile nasıl Türkiye sevgisi halinde geri döndüğünü görmeyecek kadar gözleri kapalı değil.

İçeride verilen hizmetler ise eğitim gibi, sosyal yardım faaliyetleri gibi, Türkiye'nin doğusuna batısına yönelik kardeşleşme girişimleri gibi alanlarda yoğunlaşıyor ve MHP tabanı dahil çok farklı toplum kesimleri, bu hizmetlerin bir parçasında rol üstleniyor.

En anlaşılmaz tavır, MHP tarafından, cemaate ve "Okyanus ötesi" gölgelemesi ile Fethullah Hocaefendi'ye yönelik hücumlar olabilir.

Bu, CHP'nin bile üstlenmekten kaçındığı bir tavırken, MHP lideri meydanlarda kükrüyor.

Buradan yola çıkarak MHP'nin kayıplarını kapatma imkânı yok.

Belki de doğru tespit, MHP'nin bir kimlik sancısı yaşadığı vakıasıdır.

Mahalli seçimlerde, bazı illerde CHP ile paslaşmalar yaşandı.

Mesela İstanbul'da MHP oyları düşerken CHP oyları yükseldi.

MHP adayının seçilmesi imkânı yoksa oylar CHP adayında yoğunlaşsın gibi bir mantık işletildi. Sonuçlar bunu gösteriyor. Bunu MHP'nin muhafazakâr tabanı gördü.

Buna bir de, tepe kadronun kasetlerle ortaya çıkan acayip fikir ve yaşam tarzı eklenince, ortaya "bu parti nereye gidiyor" sorusunun çıkması kaçınılmazdı.

MHP liderliği, tabanı bu noktada ikna etme çabasına gireceğine, "Bizi kim ifşa ediyor" telaşına kapıldı.
Kasetler aslında teferruattır.

MHP'nin çizgi kırıklığını, bizzat tercih edilen ve uygulanan politikalar ifşa ediyor.

Ben, şahsen MHP'nin Meclis'e girmesinden yanayım. MHP'nin yüzde 9'larda kalıp Meclis'e girememesi daha büyük sorun olur.

Ama buna biraz da MHP kadrolarının çalışması gerekiyor.

Oysa MHP liderliği, toplumun ana damarları ile savaşa soyunmayı bir marifet sayıyor.

CHP'nin alanında at koşturmaya soyunursan, onun hitap ettiği kitleyi paylaşmak zorunda kalırsın, o da hem CHP'ye hem MHP'ye baraj üstünde bir oy sağlamaz.

Hele Kılıçdaroğlu'nun da, can havliyle seçime asıldığı ve seçim kaybının onun için de, hayat-memat meselesi olduğu bir zamanda...

Ahmet Taşgetiren, Bugün 

fgulen.blog.de

Kasetler ve Farklı Ülkücüler

Gültekin Avcı
Gültekin Avcı
Halk kendi bünyesindeki zaafları, siyasetçilerde görmek istemez.


Ahlaksızlığın ve edepsizliğin temsilciliği de olmaz.

Siyasetçi sadece kendisinin değil partisine teveccüh gösterenlerin ahlaki eğilimlerini de yansıtır.

Ergenekon sürecinde TSK'da bir skandal ortaya çıkınca Genelkurmay ne yapıyordu?

Skandalın içeriğiyle ilgilenmeyip, bunu kimin sızdırdığının peşine düşüyordu.

Bahçeli'nin MHP'si de aynı refleksi gösteriyor.

Yayınlanan kasetlerin içeriğinin ülkücülükle ve milliyetçi ahlakla çatışmasına hiç bakmayıp, alelacele bu rezalete bir fail kondurmak peşinde.

Savcılık mekanizmasının ulaşacağı sonucu bekleme zahmeti de göstermiyorlar.

Merhum Türkeş'in "hayallerimizi gerçekleştiriyorsunuz" deyip tebrik ettiği "okyanus ötesi"ni bile hedefe koydular.

Ümit Özdağ şimdilerde "okyanus ötesi" tabirini tevil etmeye çalışıyor ama beyhude.

Gülen hareketi dünya çapında serpildikçe, Türkiye'nin ve Türkçe'nin nağmeleri kuzeyden güneye, doğudan batıya yayıldıkça bugünün MHP'si nevrotik tepkiler gösteriyor.

Türkçe olimpiyatlarını en fazla tebrik edip en çok duygulanması gereken MHP olması gerekirdi.

Bu beklentinin aksine Bahçeli, AK Parti ile Gülen hareketi arasına Öcalan'ı raptediyor.

PKK'nın Gülen hareketini açıkça düşman ilan ettiğini görmüyor Bahçeli.

Bu marazi yaklaşım, hakikatli ülkücü vicdanlarda şifa bulmaz yaralar açtı.

MHP, Türkeş'ten bugüne yüz seksen derece değişti.

Türkeş'in MHP'si halkın hassasiyetini ve nabzını tutarken, Bahçeli'nin MHP'si statükodan gayrı kimseyi sallamıyor.

Türkeş'in hayranlığını ifade ettiği bir harekete, Bahçeli'nin MHP'si veryansın ediyor.

Ülkücü mefkûrenin dışına çıkan Türkeş mi, Bahçeli mi?

Ülkücü paradigmada bu kadar sapma normal değil.

Sözün kısası ya Türkeş ülkücü değil ya da Bahçeli.

Özel hayatın ihlal edilmesi asla kabul edilemez.

Ama kasetler, MHP'nin partideki "ülkücü profili"ni sorgulaması için fazlasıyla yeterli bir olgu.

Kaldı ki kaset skandalları Türkiye'ye özgü bir durum değil.

Malezya'da muhalif lider Enver İbrahim'i bir kadınla seks yaparken gösteren gizli kamera çekimleri geçen ay internete sızdırıldı.

Yine Sırbistan'da aşırı milliyetçi Sırp İlerleme Partisi'nin savaş suçlarıyla ilgili çıkışlarıyla tanınan, evli ve 2 çocuk babası milletvekili Duşan Mariç'in sekreteriyle ilişkisinin görüntüleri, internet sitelerine düştü.
Eskiden istihbarat servislerine özgü mikro takip cihazları artık ayağa düşmüş durumda.
Yani teknoloji, skandal kimlikli gizliliklere imkân tanımıyor.

Kendilerini "farklı ülkücüler" olarak adlandıran web sitesi, Bahçeli'ye 18 Mayıs'a kadar süre tanıdı.
"Bahçeli'nin A takımının 4'lü toplantılarını yayınlasak bile yer yerinden oynar" diyorlar.

Yayınlananların öncü görüntüler olduğu düşünüldüğünde, durumun vahim olduğu seziliyor.

Siyasal partilerde A takımı liderlerin ve partinin aynasıdır.

O halde?

Hem Bahçeli'nin hem de ekibinin tasfiyesi süreci başladı demek.

Tasfiyeciler, 12 Haziran'ı beklemek de istemiyorlar.

Oktay Vural'ın geçici genel başkanlığında kurultay isteyen tasfiyeciler, Ümit Özdağ'a mı yol verirler, Mansur Yavaş'a mı bilinmez ama...

MHP ulusalcılığı ile MHP milliyetçiliğinin karşı karşıya geldiği bir tabloyu görüyoruz.

Ülkücülüğü yataktan kalbe ve kafaya çıkaracak bir arayış...

Skandala konu olan ve 'olacak' kişilerin istifasıyla bile ülkücü camiadaki travma şifa bulmayacak gibi.

Öyle görülüyor ki MHP ekseni, özgün ve kalıcı politik paradigmasına oturana kadar çalkalanma devam edecek.

Yeni CHP sloganları havada uçuşurken, yakında yeni MHP profili de sahneye çıkacak gibi görünüyor.

Fakat Demirel'in manipülatif perspektifi CHP ve MHP üzerinde olduğu sürece, her iki parti için de "yeni"lik imkânsız ufuklar.

Demirel'e teşne bir siyaset CHP'de sosyal demokrasiye, MHP'de ise ülkücü düşünceye savaş ilan etmek demektir.

Gültekin Avcı, Bugün
fgulen.blog.de

MHP ve Cemaat

Sedat Laçiner
Sedat Laçiner
Cemaatler siyasi yapılar değildir. Siyasi tercihleri olsa da siyasi olarak değerlendirilemezler. Tıpkı işçiler gibi, bir mezhep gibi, sanatseverler veya aynı ilden olanlar gibi onları siyasi partiler ile rekabete sokmak, onlara siyasi bir akımmış gibi davranmak doğru olmaz. Hele hele bir siyasi partinin bu tür toplumsal gruplara topyekün savaş ilan etmesi kolay alınabilecek bir risk değildir. Çünkü bunun kaybedeni her daim siyasi parti olur. Bu basit gerçekleri iyi bilenler cemaatler ve benzeri yapılar arasındaki işlere karışmamışlar, onlarla iyi geçinmeye çalışmışlardır. Hatta onlardan nefret dahi etseler kamuoyu önünde cemaatleri açıktan eleştirmemeye büyük özen göstermişlerdir. Özal, Demirel, Çiller, Ecevit ve Baykal bu gerçeği iyi kavramış siyasilerdir. 28 Şubat sürecinde devlet dini grupların üzerinden büyük bir silindir gibi geçerken dahi Cumhurbaşkanı Demirel ve Başbakan Ecevit, Cemaat ile ilişkilerini güçlü tutmaya özen gösteriyordu. Her ikisi de Cemaat'in yurt dışındaki okullarını ziyaret etti, hatta Fethullah Gülen ile yüz yüze görüştüler.

Siyaseti dizayn etmek

AK Parti'nin yükselmesine paralel olarak onu devirme planları da birer birer sahneye kondu. Bu planlarda ısrarla uygulanan strateji ise onu oluşturan güçleri birbirine düşürmekti. Bu bağlamda bir yandan her taşın altından 'Fethullahçılar'ın çıktığı işlenerek Cemaat üzerinden AK Parti marjinalleştirilmeye çalışıldı. Diğer taraftan ise Cemaat'in AK Parti'den de sakladığı gizli bir gündeminin olduğu, Erdoğan'ı kalkan gibi kullanarak devlet güçleri ile olan savaşında AK Parti'yi kullandığı iddia edildi. Demokratikleşme ve Ergenekon süreçlerinin sonunda AK Parti yıpranacak, ardından da iktidarı cemaatçiler devralacaktı. AK Parti ile Cemaat arasında kavga çıkarmaya dönük bu tür senaryolar çeşitli versiyonlarıyla Ankara'da sık sık konuşuluyor. Böylece bir taşla iki kuş vurulmaya çalışılıyor. Hem Gülen grubu marjinalleşiyor, hem de AK Parti'nin arkasında olduğu düşünülen çok önemli bir grup iktidar ile kavgalı hale getirilerek AK Parti yalnızlaştırılmaya çalışılıyor... Tipik bir böl-yönet taktiği... 

AK Parti için bu 'güzellikler'i düşünenler CHP ve MHP'yi de yeniden dizayn etmeye çok meraklılar. CHP'de 'Baykal'la bir şey olmaz' diyen bazı eller kaset skandalı ile muratlarına erdiler. Baykal gitti... Ancak onlar Baykal'ı gönderirken, bir beklenti daha içindeydiler. Kaset sadece Baykal'ı değil, Cemaat'i de vuracaktı. Bu çerçevede gizli çekimlerin bu grubun işi olduğu algısı etrafa yayılarak bir tür Baykal-Cemaat kavgası çıkarılmak istendi. Oysa ki Baykal'ın görüntülerini gazetecilik etik değerlerini hiçe sayarak yayınlayan merkez medyanın önemli bir grubuydu. Bu grup bir yandan timsah gözyaşları döktü, diğer taraftan Baykal devrilsin diye aktif bir şekilde çalıştı. Sonuçta kurt siyasetçi Baykal bu oyunlara gelmedi ve "Pensilvanya'dan aldığım mesajın samimiyetine inanıyorum" diyerek kaset-Cemaat bağlantısını açık bir dille reddetti.

MHP oyuna mı geliyor?

Şimdi aynı oyunlar MHP üzerinden oynanıyor ve görebildiğim kadarıyla MHP Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli bu konuda tam da itilmek istendiği noktaya doğru sürükleniyor. Bir yandan Bahçeli tasfiye edilirken, bunun sorumluluğu da Cemaat'e yıkılmak isteniyor. Bahçeli MHP tabanında yaşanan kaymadan dolayı da, bazı MHP'li siyasilerin ortaya çıkan skandal kasetlerinden dolayı da Cemaat'i suçluyor. Bunun Bahçeli için iki ölümcül sakıncası var: İlk olarak yukarıda bahsettiğim oyun MHP'de başarıyla uygulanmış oluyor. İkincisi ise MHP önemli bir cemaatle kavgalı ederek Meclis dışına itilmiş oluyor. Belki de aslında istenen de bu, yani MHP'yi çarpıştırarak Meclis dışına atmak ve ılımlı bir parti olmaktan çıkarıp 'sokağın kavgacı partisi' haline sokmak. Yani bir tür operasyon partisi haline getirmek.

Sedat Laçiner, Star    
fgulen.blog.de

'Her Yerde Değilsen Hiçbir Yerdesin'

Hamdullah Öztürk
Hamdullah Öztürk
"Türkiye'nin çok iyi basın danışmanlarına ihtiyacı var." cümlesindeki tavsiye, Pele'nin takımı Santos'un ombudsmanına ait. Birçok kitabı bulunan bu zat, aynı zamanda spor yazarları derneğinin başkanlığını yapmış kıdemli gazetecilerden. Probleme kendi dilince teşhis koyuyor.


Kastı, Türkiye'nin yabancılar tarafından doğru tanınabilmesi için yapılanların yetersiz kaldığını ifade etmek. Birkaç farklı kelam duyunca, zihnindeki imajın gerçek dışı olduğunu anlamanın hayretiyle dile getirilen hakperest duygular.

Sadece o değil; dizayn olimpiyatları için birkaç günlüğüne Türkiye'ye giden öğrenci, neler anlattıysa, ablası ille de üniversiteyi Türkiye'de okumak için çok ısrar etmiş ailesine ve gidiyor. Annesi kızını Türkiye'ye gönderirken, olimpiyatlara katılan oğlu için, "Bunun pasaportunu saklayacağım." diyor. Yarı şaka yarı ciddi dile getirilenler, çocuğun Türkiye'ye kaçacak kadar hayran kaldığını anlatmak için...

Doğrudan temas kurabilenler için dile getirdiğimiz bu cümlelerin tam tersi, gıyaben tanıyanlar için geçerli. Müslümanların imajı ne yazık ki, özellikle 11 Eylül sonrasında terörle aynılaşmış. El altından da bu kara propaganda kesintisiz devam ettiriliyor. El Kaide ve terör, doğrudan ulaşılamayan milyonlarca insan için İslam'ın ve Müslümanların imajını belirliyor.

Üniversite hocası, öğrencilerine İslam'ı terörle özdeşleştirerek anlatmaya başlıyor, mesela. Sınıfta başörtülü öğrenciler de var. Fakat hoca, aldırmadan anlatmaya devam ediyor. Öğrencilerde herhangi bir tepki yok. Üzüntü yüreklerini dağlasa da, lisanlarının henüz yeterli olmaması dillerini bağlıyor. Ertesi gün internet sitesinden Fethullah Gülen Hocaefendi'nin "Terörist Müslüman olamaz, Müslüman da terörist" yazısının Portekizcesini alıp, hocaya götürüyorlar. Hoca yazıyı okuyor ve "Beni yanlış anladınız, ben böyle demek istemedim." cümlesiyle pişmanlığını ifade ediyor.

Koskoca bir dünyada ve kim bilir ne kadar yerde bunlar konuşuluyor. Ve oralarda bir tek kişi bile bulunmadığı için insanlar konuştukça o asılsız şeylere daha da inanmaya başlıyor.

Fiziken her yerde olamasak da sesimizle, sözümüzle her yerde olma imkânı var aslında. Bu imkânlar da ancak her dilden konuşabilenlerle kullanılabilir hale geliyor. Her dilden ve her kültürden insan lazım ki hızlı ve doğru iletişimden faydalanarak, yanlış imajlar oluşturanlara fırsat verilmesin.

Muhtemel şeylerin değil, acı gerçeklerin çaresini bulmak zorundayız. Bugün koca bir dünyada "Müslüman'ım" demek ilk anda terörü akla getiriyor. "Türk'üm" demek de bu imajdan kurtulmaya yetmiyor.

Türkiye'nin içine bakınca, Türklüğü ve Müslümanlığı bayraklaştırmaya çalışanların yaptıklarına şaşırıyor insan. 'Hangi dünyada yaşıyorsunuz ve neyin kavgasını veriyorsunuz? Farkında mısınız?' diye sorası geliyor.
Gerçi sorsak ne faydası olacak ki? Yapan bilmiyor mu ne yaptığını ve niye yaptığını? Elbette ki biliyor.
Belki de bizim, aslında bildiğimiz bir şeyi, bir kere daha tekrarlayarak iyice öğrenmeye ihtiyacımız var. Duası, Allah katında makbul bir insanı, benliğinden yakalayıp, Allah'ın peygamberine beddua ettirmeyi başaranlar olmuş bu dünyada.

Hâsılı üzerimizdeki emanet, her türlü engeli aşarak insanlara doğrudan ulaşabilmeyi gerektiriyor. Her yerde olamasak da her yere sesimizi, soluğumuzu ulaştırmak mecburiyetindeyiz. Aksi takdirde boş bulduğu yerlere zakkum tohumu ekenler eksik olmuyor. "Her yerde olmayana, bulunduğu yeri de dar ediyorlar."

Hamdullah Öztürk, Zaman
fgulen.blog.de 

Başbakan Erdoğan: Bahçeli'nin Hocaefendi'ye Saldırısı İhanet

Mahmut Övür
Mahmut Övür
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, MHP Lideri Devlet Bahçeli'nin Fethullah Gülen Hoca ile ilgili sözlerine sert tepki gösterdi. Bahçeli'nin sözlerini ahlaki bulmayan Erdoğan, bunu ihanet derecesinde kınadığını söyledi. CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nu da çok kolay yalan söyleyen, olarak niteledi ve "sol için de umut" olmaktan çıktığını ileri sürdü.

Başbakan Erdoğan'ın, önce Balıkesir sonra da Yalova mitinglerini izledim, Erdoğan'a hem mitingleri hem de seçim sürecini sorduk.

"Meydanlar önceki seçimlere ve referanduma göre daha iyi, Balıkesir ve Yalova'da cadde ve sokakların ilgisi muhteşemdi. Bu tablo yorgunluğumuzu alıyor."
 
Özellikle Yalova mitingi başbakanı memnun etmişti ki iddialı bir tespitte bulunuyordu:

"Böyle sandığa yansırsa yüzde 60 oyla iki milletvekilini de alırız."
 
Başbakan Erdoğan miting meydanlarında toplumun nelere ilgi gösterdiğini de şöyle anlattı:

"Sağlıkta, eğitimde yapılanlar ilgi çekiyor. Yolların yapılmasına sıcak tepki veriyorlar. IMF meselesiyle çok ilgililer. Borçları ödüyor olmamız mesela... Ama son dönemde en çok ilgi çeken bizim 'e-kitap' projemiz. iPad gibi... Artık her şey elektronik olacak. Devrim bu işte... Bütün dersler bunun içinde yer alacak. ABD ve Japonya'dan sonra bizde olacak. Önümüzdeki 4 yıl içinde bunu kademeli olarak hayata geçireceğiz..."
 
Bu arada başbakan sözünü ettiği e- kitabı görüp görmediğimizi soruyor. Görmediğimizi söyleyince de bir örnek getirtip gösteriyor.

CHP'nin eski ve yeni genel başkanlarıyla meydanlarda yarışan Başbakan Erdoğan'a Baykal ve Kılıçdaroğlu farkı sorulunca şöyle diyor:

"CHP'de Kemal Kılıçdaroğlu bir umut olarak partinin başına geçmişti. Gün geçtikçe umut olmaktan çıktığı görülüyor. Yalanları fazla. Yüzü hiç kızarmıyor. İftira atıyor. Sürekli bizimle ilgili yolsuzluklardan söz ediyor. Bir tanesinin belgesi yok. Ortada bir tane belge yok. Sadece atıyor. Ya tutarsa diye..."
 
Devlet Bakanı Hayati Yazıcı'nın yeğeni için ÖSYM Başkanı'na gönderdiği mail iddialarını değerlendiren Erdoğan şunları söyledi: "Herkesle ilgili böyle bir oyun yapılabilir, mail atılabilir. İstihbarat birimleri şu anda araştırıyor. Gerçek ortaya çıkınca açıklayacağız."

Erdoğan internet dünyasının namuslu insanları montajlarla perişan edebileceğine dikkat çekti. Eski CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'ın görüntüleri internete düştüğünde Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım'a talimat verdiğini anlatan Erdoğan, TİB'in MHP'lilerle ilgili görüntülere anında müdahale ettiğini söyledi.
Başbakan Erdoğan'a yönelttiğimiz,

"MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, kasetlerle ilgili Fethullah Gülen Hoca'yı suçladı. Gülen'in böyle suçlanmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?" sorusuna cevabı bir hayli sertti: "MHP'nin bir defa Fethullah Hocaefendi'ye saldırısı gerçekten bana göre ihanet derecesindedir. Bu hiç ahlaki değil. Çok çok çirkin bir şey... Yani Hocaefendi, işi gücü bırakmış da Bahçeli'yle mi uğraşıyor? Bir defa onun bulunduğu makam böyle bir şeye müsaade etmez. Onun meşgalesi böyle bir şeye müsaade etmez. Bu çok çirkin, çok ayıp bir şey... Ben bunu ihanet derecesinde kınıyorum. Burada kendini bir defa çek etmesi lazım, kendiyle uğraşması lazım. Ben inanıyorum ki, aklıselim sahibi ülkücü kardeşlerim de bunun bu yaptıklarından ciddi manada rahatsızlar. Böyle bir yaklaşım olmaz. Zannediyor ki bunu siyaset malzemesi olarak kullanırsa bundan bir şey elde edecek sanıyor ama çok büyük yanlış yapıyor farkında değil." 

Peki çok tartışılan "MHP barajı aşabilir mi?" sorusuna ne diyordu? İşte Başbakan Erdoğan'ın cevabı:
"O benim sorunum değil. 12 Haziran akşamı göreceğiz. Anketlerde barajın hemen üstünde de görünüyor, baraj altında da... Biz kendimize bakıyoruz."

Seçim meydanlarında siyasetin gerginleştiği yönündeki yorumları değerlendiren Erdoğan şöyle konuştu:

"Siyasetin genlerinde bu var. Ben hiçbir zaman yumuşak yapıldığını görmedim. Süleyman Demirel yakın arkadaşı Turgut Özal'a neler yaptı, neler söyledi. 'Çankaya'dan indireceğim' dedi. Ben 25-30 senedir bu işin içindeyim, hep gerilimli oldu."

Mahmut Övür, Sabah
fgulen.blog.de 

Yabancılara Türkiye'yi Anlama Rehberi!

Abdülhamit Bilici
Abdülhamit Bilici
Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü'nün 2010 basın özgürlüğü sıralamasında Türkiye'nin 138. olması; gazetecilere karşı 2 binden fazla davanın açılması; net sayısı ihtilaflı olsa da hâlâ gazetecilik faaliyetinden dolayı insanların hapiste bulunması; Freedom House'un 2011 basın özgürlüğü raporunda Türkiye'nin 112. sırada yer alması, bütün gayretlere rağmen özgürlükler açısından ülkemizin birinci lige çıkamadığının delili.


Ancak yetkililerin dikkatle izleyip mutlaka değiştirmesi gereken ve ülkemize yakışmayan bu tablo, yüzeysel bir bakışla Türkiye'nin bugünkü durumu ve yönelimi hakkında yanlış fikir verebileceği gibi, kötü niyetle kullanmaya da çok müsait. Çünkü bu tablo yeni bir durum değil, küçük derece farklarına rağmen Türkiye, 30-40 yıldır Freedom House'a göre yarı özgür bir ülke.

Son dönemde sanki gül gibi demokratik Türkiye'nin şimdilerde bu hale geldiğine dair yapılan yorumlar, ya Türkiye'nin kompleks yapısını anlayamamaktan, ya detaylara yeterince hakim olamamaktan, ya dün ile bugünkü durumu karşılaştırmalı bir süreç olarak görememekten ya da kötü niyetten kaynaklanıyor. Nitekim Brüksel'de AB Komisyonu Genişleme Komiseri Füle'ye, "5-10 yıl öncesine göre bugün Türkiye'nin özgürlük karnesi nasıl?" diye sorduğumda, tereddüt etmeden, "Tabii ki düne göre daha iyi." cevabını verdi. Ama çizilen Türkiye fotoğrafı tam aksi.

Bu yüzden Batı bloku içinde yer almasına rağmen hâlâ tek parti döneminin birçok tortusunu taşıyan Türkiye'yi doğru anlamak çok önemli. 2007'deki cumhurbaşkanlığı krizi ve Ergenekon davası sürecinde bu grift yapının epey anlaşıldığını düşünmüştük. Ama Avrupa'daki en açık fikirli Yeşiller'den Batı'daki saygın gazetelere yapılan bazı yorumlar, durumun öyle olmadığını gösteriyor. Otoriter eğilimli eski Türkiye'nin ortadan kaldırmak için hedefine koyduğu ve bu yapıyı demokratikleştirmek için mücadele eden AK Parti hükümetini ve Gülen Hareketi'ni Türkiye'deki demokrasi sorunlarının kaynağıymış gibi görmek başka nasıl izah edilebilir? Ya da hükümet yanlısı diye yaftalanan gazeteler aleyhine yargının açtığı yüzlerce davayı bile AK Parti'nin baskıcılığına delil saymak? Veya Nedim Şener ve Ahmet Şık davalarını bayraklaştırırken, Şamil Tayyar ve Mehmet Baransu'yu yok saymak.

Kötü niyetliye söz yok, ama bu ülkede olup bitenlere kafa yoranların şu noktaları hatırlamasında fayda var: Bir, normal demokrasilerden farklı olarak Türkiye'de hükümet ve devlet aynı anlama gelmez. Evet, geleneksel olarak milletimizin her zaman zeval bulmaması için dua ettiği, adaletin sembolü ideal bir devlet anlayışı vardır. Ama fiili durumda devlet, izin verdiği alanın dışına çıkan hükümeti alaşağı eden yapıdır. Dolayısıyla özgürlük karşıtı adımların adresi gibi görülen hükümet, bu devlet karşısında genellikle kurban durumundadır. Erdoğan'ın bir şiir yüzünden zor bela başbakan olabilmesi; 2 sene önce AK Parti hükümetinin kapatılmaktan kıl payı kurtulması ve bu kadar güce rağmen kızının ve tabanının başörtüsü sorununu çözememesi, bu tabloyu anlatır herhalde. Dolayısıyla akçalı işler dışında bir gazetecinin hükümeti desteklemesi, Batı'da algılandığı kadar korkunç bir şey değildir. Çünkü sivil-askerî vesayet kurumlarından oluşan devlet karşısında milletin zayıf temsilcisini desteklemiş olur.

İki, normalde demokrasilerde basın özgürlüğü kutsal bir değerdir. Medya da katiyen demokrasinin yanındadır. Aksi düşünülemez. Ama geçmişten bugüne Türkiye'de demokrasiye yapılan müdahalede basın genellikle gücün yanında yer almış; darbe ortamını hazırlama rolünü üstlenmiştir. Türkiye'de millet bunu bilir, ama yabancıya tek tek anlatmak gerekir. Nitekim önümüzdeki karanlık Türkiye fotoğrafının oluşmasında rol oynayan gazetecilerin önemli bir kısmı, gazetecilik faaliyeti yüzünden değil, darbe süreçlerindeki işbirliği suçlamasıyla hapistedir. Bugün basın özgürlüğü diye öne çıkan, bu konuda dünyadaki bağlantılarını harekete geçirenlerin önemli bir kısmı da geçmişte demokrasi karşıtı süreçlerde benzer rol almış isimlerdir.

Üç, Portekiz, İspanya, Yunanistan, Arjantin ve İspanya gibi ülkelerin aksine Türkiye, son 60 yılda demokrasiye darbe vuranları yargılayamamıştır. Ergenekon davası, ülkemiz için bu alandaki ilk umut veren girişim olmasına rağmen bugün 'demokrasi tehlikede' diye sesini yükselten medyanın önemli bir kısmı bu davaya yardımcı olmak bir yana, onu gözden düşürmek peşinde koşmuştur.

Dört, Ergenekon soruşturmasından rahatsız olan cuntacıların bu süreci durdurmak için AK Parti ve Gülen Hareketi'ni bitirmek üzere maalesef Genelkurmay Başkanlığı'nda yaptığı plan ortaya çıkmıştır ve bunun tarihi Mart 2009'dur. Bu plan çerçevesinde Ergenekon davası aleyhine, ırkçı, yabancı düşmanı yayın yapan OdaTV internet sitesine yapılan baskında anamuhalefet lideri Deniz Baykal'a yapılan kaset operasyonuna dair bilgilerin çıkması; Gülen Hareketi'ni karalamak için MİT ve Jandarma İstihbarat kaynaklı yasadışı kayıtların elde edilmesi; dünyayı ayağa kaldıran Nedim Şener ve Ahmet Şık'la ilgili sürecin de burada ortaya çıkan bilgiler ışığında başlamış olması; piyasada benzer içerikte birçok kitap varken neden 'İmamın Ordusu'nun üzerinde durulduğu gerçeklerini göz ardı ederek neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlayamayız.

Beş, Türkiye'nin sorunlu özgürlükler karnesini ele alanlar, yine OdaTV'de ortaya çıkan ve Ergenekon davasını etkisiz hale getirecek stratejiler içeren Ulusal Medya 2010 belgesindeki şu satırları göz ardı etmemeli: "AKP ve Gülen Hareketi'ne karşı ulusal medya topyekün harekete geçirilmeli; propaganda ve kara propaganda unsurları etkili bir şekilde kullanılmalıdır."

Abdülhamit Bilici, Zaman

fgulen.blog.de

Fethullah Gülen Üzerinden Siyaset

Muaz Kalaycı
Muaz Kalaycı
Siyasetin çirkin yüzü son günlerde kendisini bütün çıplaklığıyla gösteriyor. Tabi bunun adına siyaset denirse! Devlet Bahçeli'nin siyaset arenasındaki tuhaf çıkışları, bizi madalyonun öteki tarafıyla yüzleştiriyor.


Aslında 2009'un sıfırlarını atıp, toplamlarını yaparak MHP'nin 40. yılını bulan ve bunu iktidar işareti olarak kabul eden bir "matematik dehası"nın söylediklerini köşeme taşımayı kendi adıma bir zûl addediyorum. Nitekim ağzı olanın konuştuğu bir sistemde, birilerinin siyasi liderliğe kadar yükselmesi, köşelerimizin böyle gerekli gereksiz şeylerle meşgul edilmesini zaruri kılıyor.

Bu aziz millet, siyasi entrikaların geçerliliğini koruduğu ülkemizde terör örgütü zanlılarının milletvekili adayı gösterilmesini feraset ile izliyor. Tabutları zarf, mezarları ise sandık olan bir takım siyasi aktörlerin Kemal Sunal'dan bozma siyaset anlayışlarını sözüm ona seslerini yükselterek "derin"leştirmesi, sözde değil özde "milliyetçi" olan kardeşlerimizi sinesinden yaralıyor.

Fuhuş bataklığında dibe kadar saplanmış, siyasetten çok uçkurunu düşünen, milletten çok yatağına zaman ayıran güruhun kontrolünü sağlayamayan bir genel başkanın Baykal'dan arakladığı "okyanus ötesi" tanımlamasından dem vurup, hedef saptırma gayretini hayretler içerisinde izlemiyorum. Hayretler içerisinde değilim çünkü dün olduğu gibi bugün de herkes kendine yakışanı yapıyor. Bahçeli'nin yaptığı gibi…
Her taşın altında "Fethullah Gülen'i arama" çabası sonuçsuz kalsa bile "çamur at, izi kalsın" anlayışı hala hükmünü sürüyor. Bahçeli'nin Fethullah Gülen'e karşı olan tutumundaki kararlılığı ve her geçen gün doz artırımı, onun bu söylemlerinde yalnız olmadığını apaçık ispat ediyor. Ülkü milliyetçilikse eğer, Türk bayrağını 100'den fazla ülkede dalgalandıran bir sistemin hala Bahçeli'den takdir görmüyor olması, sistemin zayıflığından değil, Bahçeli'nin gözlerini görmek istediği başka yerlere çevirmesindendir.

Bahçeli'nin sözlerini fırsat bilen şakşakçı kartel medya, bugün sırtını sıvazladığı "yoldaşını", 13 Haziran'da görmezden gelecek.

Müzmin muhalefet MHP'nin mevcut bazı üst düzeydeki yöneticileri, Alparslan Türkeş'ten aldıkları emanete hıyanet ettiler. Kimisi Gülen'e olan destek ve takdiri; köstek ve köteğe, kimisi de İslam'a olan saygı ve inancı; alay ve zinaya değişti.

MHP, önümüzdeki genel seçimlerin ardından mutlaka bir kan değişimine gidecektir. Çünkü partinin damarlarında dolaşan kan, artık kendisini zehirlemektedir. Ülkücü inanca gönül veren milliyetçi kardeşlerimizin basireti, damarlarda akan bu zehirli kanın bilincindedir.

Hülasa; okyanus ötesini, berisini ben bilmem lakin Bahçeli'nin okyanusun derin sularında boğulacağından yana endişelerim var. O gün Bahçeli'nin yanında ne zinakar yönetici tayfası, ne de şakşakçı kartel medyası olacak. İşte o gün, 13 Haziran günüdür.

Muaz Kalaycı, Haberaktuel.com

fgulen.blog.de

Okyanus Ötesine Vurmanın Dayanılmaz Çekiciliği

Nihal Bengisu Karaca
Nihal Bengisu Karaca
"DENİZ Baykal'ın kasedini kim yaptıysa, MHP'lilerinkini de o yaptı" gibi bir tez ileri sürülüyor ve bu söz öbeği yuvarlanıp "okyanus ötesi"ne atılıyor. Devlet Bahçeli'nin de adres göstermesiyle, Fethullah Gülen ve takipçilerine böyle bir ithamda bulunmak kolay hale geldi.


Baykal kendisiyle ilgili görüntüler internete düştüğünde "okyanus ötesi" üzerindeki şüpheleri dağıtan bir konuşma yapmıştı. Baykal'ın sahip olmadığı istihbarat ve analiz yeteneğine Bahçeli mi sahip? Bu akıl yürütme Baykal'a haksızlık olur.

Ayrıca Baykal komplosu gündeme geldiğinde Gülen ve çevresinin, sevenlerince yayınlanan gazetelerin Baykal'a yapılanları "haksızlık" olarak nitelediklerini hatırlamamız lazım. Aynı günlerde, Doğan Grubu medyası Baykal'ın gitmesi gerektiğini ima eden manşet ve yorumlardan geçilmiyordu. AK Parti sıralarındaki tedirginlik ise çok açıktı. Bu, Baykal ile kurulmuş bir düzeneğin, alışılagelmiş siyasi rekabetin çöktüğünün işaretiydi ve doğal olarak hoşnutsuzluk yaratmıştı.

Baykal'a yönelik kumpası "Ergenekon" namıyla adlandırılan yapılanma yönetmişti, bundan hiç kuşkum yok. Ancak işin ilginç yanı, Deniz Baykal'a karşı düzenlenen Ergenekon komplosunun, aslında bir "Ergenekon'dan çıkış" ihtiyacına müteallik olmasıdır.

Paradoksal biçimde, Baykal'a düzenlenen komplo, "Artık askeri kışkırtarak, yere silah gömerek olmayacak, siyaset yaparak olacak, demokrasinin verdiği imkânlarla olacak, o halde daha sempatik bir lider ve daha fazla halk desteği lazım" diyen bir mantığın, kirli alışkanlıklarını sürdüren ama bu kez daha sivil-daha halkçı-daha yasal olmak isteyen iradesinin ürünüydü. Bu ürünün de sonucu Kılıçdaroğlu'nun parti genel başkanlığına getirilmesi oldu. Bu noktada unutmayalım ki, boşluğu oluşturanın hesapları, boşluğu dolduranın meşruiyetine gölge düşürmez.

Bu arada, bahsi geçen "Ergenekon'dan çıkış" iradesi bir yere kadar başarılı oldu. Varsayalım ki, öğrenci hareketi ve talepleri, TEKEL işçileri direnişi, bazı insanların kitap yazması vs. hep bu yapılanmanın omuz vermesiyle mümkün olabilmiş olsun. Değil mi ki, "Demokratik haklar çerçevesinde muhalefet etme" haklarını kullanmışlardır, ona istediğiniz kadar "Mantık aynı, bu da Ergenekon'un işi" diyebilirsiniz, ama dediğiniz oranda da güç duruma düşersiniz. Nitekim öyle de oldu. Demokrasi karşıtı güçlere karşı mücadele edenler, bir anda kendilerini demokratik haklarını kullananlara karşı mücadele ederken buldu. Hatalı argümanlar söz konusu oldu. Verilen görüntü, vesayet sisteminin tasfiyesinin demokratikleşmeye getireceği kazanımı savunan demokrat ve muhafazakâr ittifakı için zemin kaybına sebebiyet verdi. Bu zemin kaybının bedeli, ayağı taşa değenin değneği okyanus ötesine sallamasına neden oluyor.
Ancak karıştırmayalım, zemin kaybı demek, bu grubun ortak değerlerinin kaybı anlamına gelmez. Cemaat pek çok açıdan eleştirilebilir, sorgulanabilir, haklarında orta ölçekli bir liste bile çıkarılabilir ama "seks kasedi yapmak" bu listede yer alabilecek bir madde değil. Bu itham dezenformasyondan ibaret. Benim Zaman grubunda çalışmaya başladığım yıllarda, binaya gelen bazı gazete ve dergilerdeki açık saçık fotoğraflar katlara servis edilmeden önce kâğıt bir bantla kapatılırdı. Bazı hayat tarzları ve ilişki türleri batılı tasvir saf zihinleri bulandırır ilkesi gereği cümle içinde bile geçirilmezdi. Gazetede çalışanlar, gazeteyi sevenlere oranla daha açık ve liberal kişilerdi üstelik. Allah aşkına, gözünü ve zihnini haramdan sakınmak adına alaya alınmayı bile hazmeden insanlar mı seks kasedi hazırlıyor şimdi? Hiç inandırıcı değil.

Bütün bunları bir yana bırakın MHP camiası Gülen grubunun hasmı ya da rakibi değil. Onu da bir yana bırakın, cemaat adıyla müsemma topluluk, AK Parti'yi şimdilik destekliyor, ama bu kafayı gözü, dini imanı, ilkeyi prensibi dağıtmayı gerektirecek denli iştahlı bir destek değil. AK Parti'nin cemaate bakışı da hemen hemen aynı, kalp kalbe karşı zira. Ve o kalpler gayet "cool" durumda.

Nihal Bengisu Karaca, Gazete Haber Türk

fgulen.blog.de

Kaset Tetikçisinin Amacı Belli, Bahçeli'ninki Ne?

Ali Atıf Bir
Ali Atıf Bir
Diyalog Avrasya Platformu'nun (DA) davetlisi olarak Ukrayna'nın başkenti Kiev'deyim. Platformun, Ukrayna Parlamentosu İfade ve Bilgi Edinme Özgürlüğü Komitesi ile birlikte düzenlediği "İfade Özgürlüğü: Gerçeğin sınırları ve gazetecilik etiği konferansı"na katılıyorum.

Bildiğiniz üzere Diyalog Asya Platformu Fethullah Gülen Hareketi'nin Avrasya ülkeleri ve Türkiye arasında kültürel, siyasi, insani, bilimsel ilişkiler geliştirmek amacıyla kurduğu bir platform.

Bu coğrafyada Gülen Hareketi'nin çok sayıda okulu var ve DA aracılığıyla geliştirdiği ilişkiler Türkiye'nin imajı ve okulların geleceği açısından önemli. Etkinlikleri bu çerçevede değerlendirmekte yarar var.

Böyle değerlendirdiğimde DA'yı çok etkili bir "ilişki" geliştirme aracı olarak görüyorum. Keşke başka sivil toplum örgütleri de bu tür "ilişki" platformları kursalar da Türkiye "kamu diplomasisini" daha etkili bir şekilde yürütse.

Kiev'e gelmişken Gülen Hareketi'nin okullarından birini ziyarete gittik. Bilgi aldık. Yine çok etkilendik.
Meridian okulları Kiev'deki dört uluslararası okuldan biri. Diğerleri Amerika, İngiliz ve Ukrayna kaynaklı. Anaokulundan liseye 350 öğrencisi var. İngilizce eğitim yapıyor.

Öğrencilerin çoğunluğu Ukraynalı olmakla birlikte Kiev'de çalışan Arjantinli, İspanyol ailelerden bile Meridian okullarını tercih edenler var. Tercihin en önemli nedeni de okulun eğitim kalitesi ve çocukları daha iyi, daha ahlaklı yetiştireceğine olan inanç.

İşte bu noktaya gelince aklım bir şey almıyor. Bahçeli'nin kaset olayında "okyanus ötesi"ne gönderme yapmasına "pes" demek istiyorum.

Bahçeli'nin vereceği başka hesaplar varken "yansıtma" yoluyla zeytinyağı gibi yüzeye çıkma taktiğinin yanlışlığını bir tarafa bırakalım, nasıl oluyor da her şeyin farkında iken böyle bir suçlama yapabiliyor?
Yani kendini iyi insan yetiştirmeye, kaliteli eğitim vermeye adamış bir "hareket" kalkacak birilerinin uçkurunun peşine düşüp kasete alacak, sonra da bu görüntüleri siyaseti şekillendirmek için kullanacak!

Böyle bir şeyin ortaya çıkma olasılığında ortada hareket mi kalır sanıyorsunuz? Ne olur onlarca ülkedeki on binlerce öğrenciye? Onların ailelerine nasıl hesap verilir? Bu kadar kolay mı "iyi insan" yetiştireceğim amacıyla yola çıkıp "kötü insan" olmak? O zaman ortada amaç diye bir şey mi kalır? Amaç birliği mi kalır?
Bu nedenle, belli ki birileri bir taşla iki kuş vurmaya, hem MHP'de yönetimi değiştirmeye hem de Gülen Hareketi'ni de töhmet altında bırakıp itibarsızlaştırmaya çalışıyor.

Kaseti kimin çektiğini soruşturması çok normal ama Bahçeli'nin niye elinde hiçbir kanıt yokken koca bir Hareket'i karşısına aldığı, kendilerini "iyi insan" yetiştirmeye adamış insanları dayanaksız suçlamalarla yıpratmaya çalıştığı konusunda hiçbir görüşüm yok.

Görüşüm olan konu şu: MHP üst yöneticilerini o evlere kimse zorla tıkmadı! O yenilir yutulur olmayan lafları kimse söyletmedi...

Bahçeli oy kaybetmek istemiyorsa okyanusun bu tarafına gelmeli ve aynaya bakmalı... Sonra da seçmenlerinden, yıllardır MHP'ye oy veren kemik seçmenden seçimlerinin yanlışlığı için özür dilemeli...
Takım kötü oynayınca futbolcular mı gider, teknik direktör mü?

Başka sorum yok. Takımını kötü oynatan utansın!

Ali Atıf Bir, Bugün 

fguelen.blogspot.com

Önyargısız CHP’liden Gülen’e Destek

Aziz Üstel
Aziz Üstel
CHP Parti Meclisi üyesi ve din toplum bilimcisi Dr. Muhammed Çakmak, Fethullah Gülen’e yönelik suçlamaları, özellikle de MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, kaset rezaletleriyle ilgili “okyanus ötesine” gönderme yapmasına tepki göstermiş.


Devlet Bahçeli, bu kasetlerde boy gösterenleri yerden yere vuracağına, ekranlara çıkıp “Bu benim özelimdir. Kimseyi ilgilendirmez, ailemden başka” diyenleri sert bir dille kınayacağına, kalkıp Fethullah Gülen’in bu pisliklere bulaşabileceğini ima ediyor.
Hayretler içinde kalıyorum! Geçen gün Baykal’ın kasetinden Erdoğan’ı sorumlu tutan Süheyl Batum mantığıyla, Bahçeli’nin Fethullah Gülen’i suçlayan yaklaşımı arasında hiçbir fark yok!   Suçluyu kendi içinde arayacağına, akıllarınca hedef şaşırtmaya soyunuyorlar. Fethullah Gülen’in “Bu iftiracıları Allah’a havale etmeye bile utanıyorum!” sözü zarif, zarif olmasına da, bu adamların böyle zerafetten, incelikten, kibarlıktan anlayacaklarını sanmıyorum. Bunların neredeyse bir ömür boyu Everest’in doruğuna tırmanmaya çalışan ama başaramayan, Fransız Claude Etienne’den hiç farkı yok! Etienne, Everest’e her tırmanışında yanına yeterince malzeme almamış, kılavuzlarını doğru kişilerden seçmemiş, yanlış mevsimlerde yola düzülmüş... Doruğa ulaşamayınca da suçu kendinde arayacağına, dağa sövmeyi yeğlemişti!

Aziz Üstel, Star
fguelen.blogspot.com 

MHP ve Gülen Camiası

Nasuhi Güngör
Nasuhi Güngör
Siyasetçiler, başarısızlığın ya da yanlışların faturasını başkasına çıkarmayı sever. Böylece hem kendinizi temize çıkarırsınız, hem de size bağlı kitleleri yeniden motive edebilmek için bir ‘dış düşman’ icad etmiş olursunuz.


MHP, 12 Eylül 2010 referandumunda ağır bir yara aldı. Ülkücü tabanın hatırı sayılır bir kesimi Devlet Bahçeli’ye ve ortaya çıkan ‘ülke bölünüyor’ propagandasına rağmen ‘evet’ dedi. O günlerde parti yönetimi bu işin faturasını Fethullah Gülen Camiası’na çıkarmayı tercih etti. Kendi tabanının hangi hassasiyetlerle farklı bir tercihte bulunduğunu sorgulamak ve onlarla yeniden iletişim kurmak yerine, böyle bir ‘dış düşman’ icat etmek elbette daha kolay bir yöntemdi.


Devlet Bahçeli’nin yaptığı yeni açıklamalar, MHP’nin bu yönteme iyiden iyiye sarıldığını gösteriyor. Bu arada meseleyi daha anlaşılır kılmak için, Bahçeli’nin ‘okyanus ötesi’yle neyi kastettiğini şu sözlerle hatırlayalım. İşte Başbakan Erdoğan’a yönelik olarak Bahçeli’nin referandum öncesi sarf ettiği sözler: ‘AKP’yi öyle bir hale getirdin ki okyanus ötesinin takası yaptın. Bir tarafta AB, bir tarafta ABD. Bir tarafta da bir hocaefendinin takası haline geldin.’ (Vurgular bana ait.)

Gülen’e dön mesajı

Gelelim yeni açıklamalara:

‘Türkiye, Erdoğan, Gülen ve Öcalan eşkenar üçgenine hapsedilmiş durumda. Türkiye’nin konularına vakıf olabilmesi için Fethullah Gülen’in gelmesinde yarar var. Bu aşamada sağlıklı değerlendirme yapmak, yol göstericilik için Türkiye’de bulunmasının daha iyi olacağı kanaatindeyim.’

Bu açıklamaların hikayesi malum. MHP’li yöneticiler hakkında peş peşe çıkan kasetlerle ilgili suçlamalara, Fethullah Gülen çok açık ve sert bir cevap verdi. Bahçeli, bu kez  başka bir hamle yaparak ‘Gülen dönsün’ mesajını veriyor.

Bunun sıradan bir geri dönüş çağrısı olmadığı açık. Devlet Bahçeli ‘Gülen dönsün’ sözüyle bir taşla çok sayıda hedefi vurmanın peşinde. Öncelikle Hocaefendi’nin ABD’de yaşadığı ve Türkiye’ye dönemediği vurgusunu yaparak, zihinlerdeki ‘dış düşman’ imajını kendi tabanı nezdinde perçinlemeye çalışıyor. İkincisi, ‘Bize karşı operasyonlar dışarıda planlanıyor’ kurgusunu sağlamlaştırmaya çalışıyor.

Üçüncüsü, ki bu daha önce de denenmiş bir hamle, Gülen’in kendi camiası üzerinde kontrolünü yitirdiği mesajını vermek istiyor. Bu denemenin somutlaşmış hali, ‘Haliç’te Yaşayan Simonlar’ kitabıyla ortaya çıkmıştı. Bu kadarını söylemek çok şey anlatır sanıyorum.

Tehlikeli hamle 

Gelelim Bahçeli’nin açıklamasının devamına. Eminim bu sözler, biraz da güncelin ötesinde bir kavrayış gerektirdiği için fazlaca dikkat çekmeyecek:

‘İkincisi, ilahiyat fakültelerinin bilim insanları sessiz. Üçüncüsü, Anadolu’nun her alanında görebileceğiniz Allah dostu, mümtaz şahsiyetler var. Özellikle bu ikinci ve üçüncü grup, medya-siyaset-cemaat üçlemesiyle ne gibi fayda-zararın oluştuğunu değerlendirmeye ehil insanlar. Gülen’in faaliyetlerinin ne kadar doğru, yararlı olup olmadığını değerlendirebilirler.’

Bu sözleri didikleyip yeni tartışmalara kapı açmak istemem doğrusu. Ancak mümkün olsa Devlet Bahçeli’ye şunu sormayı isterdim: Acaba görüşlerine önem atfettiğiniz ve ‘Anadolu’nun her alanında görebileceğiniz Allah dostu, mümtaz şahsiyetler’in, gerçekten siz ve parti yönetiminiz hakkında neler düşündüğünü merak ediyor musunuz? 

Yıllarca ülkücü tabanda önemli karşılık bulan kanaat önderlerinden kopmanın faturasını başkalarına kesmenin size ne gibi bir yararı olacak? ‘Hıncal Uluç’ oylarına talip olurken, neleri kaybedeceğinizi bilmiyor muydunuz?
Bu gerçekten tehlikeli bir hamle.

Nasuhi Güngör, Star

fguelen.blogspot.com 

'Okyanus Ötesi' ve Büyük Komplo

Fehmi Koru
Fehmi Koru
Madem herkes bambaşka yerlere bakarken farklı bir noktaya işaret eden kuşkumu paylaştım, bunu biraz daha ileriye taşıyabilirim artık...


'Okyanus ötesi' adresinin bir süredir ülkemizde yürütülmekte olan yıpratma kampanyasının 'esas hedefi' olma ihtimalini MHP'li siyasileri hedef almış görünen 'kaset' konusu aklıma getirmiş değil yalnızca, daha kapsamlı ve 'global' bir kampanyadan kuşku duyuyorum ben...

MHP'li bazı siyasetçilerin kasetleri çıktı, ama bu gelişme tek tek o kişilerin önünü kesse bile partiye darbe vurmadı. MHP yönetimi kaseti çıkan adaylar ile yöneticinin istifasını istedi, istifa etmekte direnme girişiminde bulunanın ipini bizzat Devlet Bahçeli kesti. MHP, bu sayede, kasetlerle yıpratılmak bir yana, hitap ettiği kesimin hassas olduğu bir konuda olağanüstü titiz davrandığını en keskin biçimde gösterme fırsatı buldu.

Seçimden sonra ortaya çıksaydı kasetler ve milletvekili seçilmiş kişilerin istifasına yol açsaydı, vereceği zarardan da korunmuş oldu MHP...

Sanıldığının tersine, kasetlerin MHP'yi yıpratıcı bir etkisi olmadı; süreç iyi yönetildiği için, kasetlerden medet umanlar, sürecin sonunda, pişmanlık duyabilir...

Aynı süreç, MHP yönetimi kasetlerle arasında doğrudan irtibat kurduğu için, 'Okyanus ötesi' adresini yıpratıyor... Siyasete burnunu sokan, her olumsuz işte parmağı olan, her taşın altından çıkan bir 'Gulyabani' sanki 'Okyanus ötesi'...

Tanıyan herkes bunun ne kadar büyük bir haksızlık olduğunu teslim edecektir.

Eğer buraya kadar yaptığım tahlil 'ihtimal dahilinde' geliyorsa, hakkında bir ormanı yok edecek kadar kâğıt ile büyükçe bir gölü dolduracak kadar mürekkep harcandığı halde Ergenekon davasıyla nasıl ilintilendirildiğine bir türlü akıl erdiremediğim biraz daha erken bir olaya da tezimi uygulayabilirim.

Avrupa'da, ABD'de basın özgürlüğü konusunu ciddiye alan her kurumun, yurtdışında yayımlanan hemen her itibarlı yayın organının Türkiye'yi eleştirmesi için vesile haline dönüşen 'iki gazetecinin tutuklanması' olayına...
'Okyanus ötesi' sıfatı kullanıldığında kast edilen kişinin kendi telifâtı da hakkında çıkmış yerli-yabancı eserlerin yekünu da birer kütüphaneyi rahatlıkla doldurabilecek zenginlikte; aleyhinde yazılmış kitaplar da herhalde bir düzineden az değildir. Böyle biri neden aleyhinde yazılmış yeni bir kitap daha çıkmasın diye itibarını zedeleyecek bir kumpas içine girsin ki?

İki gazetecinin hapse düşmesi yüzünden içeride ve dışarıda yapılan yayınlara göz atanlar, bunun bir kampanyaya dönüştüğünü, kampanyanın amacının da derhal anlaşılacak kadar açık olduğunu görecektir. 'Kasetler' nasıl durumdan vazife çıkartanlar tarafından 'Okyanus ötesi' ile irtibatlandırılarak bir yıpratma kampanyasının parçası haline getirilmişse, aynı kampanyanın 'global' ayağı da 'iki gazeteci' olayıdır.
Yakın zamana kadar övgü dolu yazılar okumaya alıştığımız yayın organları 'Okyanus ötesi' aleyhte kampanyasında ileri saflara geçtiyse, sebebini başka yerde aramayınız.

"Komplo" mu diyorsunuz? Ben de sizlerle aynı fikirdeyim.

Fehmi Koru, Zaman


fguelen.blogspot.com