Samstag, 7. Mai 2011

BUNLAR DA 'DEVVAR U GADDAR' GAZETECİ!

Yok böyle bir şey. Bu mesleğe 25 yıl önce başladığımda, gün aşırı yalan haberlerin sayısını tutturamazdım ve hep yanılırdım.

Sonraki günkü yalan haberler, bir önceki günden daha fazla olurdu. Ve bu durumu Anadolu’nun değişik illerinde çiçeği burnunda bu işi yaparken hep yaşardım.

Bugün ise; ‘hadi az buçuk düzeldik, insanlar artık alternatif yayınlar sayesinde birazcık vicdanlı davranabiliyor’ kanaatine varmışken, hala aynı mantığın hakim olduğu ve bazı meslektaşların bu işe devam ettiğini – yalan haber ve yaftalama yapmak gibi- görmek şaşırtmaktan öte beni üzüyor.

Cumhuriyet ve Habertürk gazeteleri, Telekominikasyon İletişim Başkanlığı ve Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu’nun İnternetin filtrelenmesi yönündeki girişimlerini, 'internete sansür emri' başlığı ile Fethullah Gülen Hoca efendiye bağladı.

06.05.2011 tarihli sayılarında birer sayfa ayıran gazetelerin söz konusu haberde aynı dili kullanmaları dikkat çekerken, Fethullah Gülen’in internet konusunda birkaç hafta önce söylediklerini, delil olarak ileri sürdüler.

Üstelik söz konusu haberde bir cümle var ki evlere şenlik.

Habertürk Gazetesi’nin haberinde başlayan cümlede;”Fethullah Gülen, ABD’den gönderdiği son videoda, ‘kontrol edilmeli’ dediği interneti şu şekilde tanımladı:”Şimdi herkes, internet denen devvar u gaddarın elinde de bir oyuncak ve bu sihirbazın bir piyonu halini almaya başladı… Vicdana kezzap döküp insan hissiyatını köreltmekte; gençleri iffetsizliğe düşürüp haramlara alıştırmakta” dediği yer alıyor.

Bir kere ‘Fethullah Gülen ABD’den son gönderdiği videoda’ cümlesi tam bir aymazlık örneği.

Ayrıca ne zamandan beri aileye ve bireye yönelik olumlu tavsiyeler internet sansürcülüğü anlamına geliyor? Nasıl bir mantık bu?

Ki Fethullah Gülen hoca efendi, zaman zaman bulunduğu ortamda sorulan sorulara cevap veriyor, sevenlerine sohbet ediyor ve onlara insan kalmanın ve insanca yaşamanın kodlarını söylüyor. Konuştuklarını da video yapıp bir yerlere göndermiyor.

Cumhuriyet Gazetesi'ndeki (06.05.2011) haberde ise; "Gülen'in vaazlarında internetin denetim altına alınması için ortaya koyduğu gerekçeler ile AKP hükümetinin gerekçelerinin tamamen örtüşüyor olması 'internete F tipi müdahale yapılıyor' yorumlarını da beraberinde getirdi. Gülen'in son olarak geçen ay internete konan 35 saniyelik videosunda adeta internetin denetim altına alınması talimatı verir gibi konuşması dikkat çekti. Konuşmasında "Günümüzde bu bilgisayar oyunları filan. Bu internet kafeler filan buralarda olan şeyler, bu mevzunun da böyle bağlayıcı kanunu kuralı yok" dediği öne çıkarılıyor ve özellikle AKP ile Gülen hoca efendi’nin ileri sürdüğü gerekçelerin örtüştüğü vurgusu öne çıkarılıyor.

Ki haberlerinde doğruluk payı olsun. Yemezler beyler, baylar.

Bu cümlede bir düzeltme daha yapayım. Fethullah Gülen Hoca efendi 35 saniye konuşmaz. Sohbetleri yarım saatten fazla sürer.

Aynı haberin devamında Fethullah Gülen Hoca efendi’nin; “Bu problemin çözümü, teknolojiye tamamen karşı çıkmak değildir. Asıl mesele; teknolojiye ve ürünlerine hâkim olup onları doğru şekilde kullanmaktır. Türkiye’deki birtakım psikologlar ve pedagoglar bu problemin üzerinde durmalılar. Onların ortaya koyduğu projeler RTÜK ve Milli Eğitim Bakanlığı gibi kurumlara sunulmalı ve bir toplumu kurtarıcı müşterek planlar oluşturulmalı. En azından internette zararlı yerlere ulaşmanın önü kesilmeli; Milli Eğitim Bakanlığı ve RTÜK gibi kurumlardan vesika alınması sağlanmalı.” İfadelerinin suç ve internete sansür emri gibi lanse edilmesi ise gazetecilikten öte, bildik ve tanıdık bir zihniyetin olayları çarpıtmasından başka bir şey değil.

Sahi çok bilmiş bazı meslektaşlar soruyorum sizlere; sizlerin bir ailesi bir çocuğu yok mu? İnternette dolaşırken, hatta bir haber ya da çocuğunuz için bir ödev konusunda araştırma yaparken ilgisiz ve pornografik bir resim karşınıza çıkmasından rahatsız olmuyor ve de yüzünüz kızarmıyor mu, bunun mantıklı şekilde çözülmesi doğru değil mi?

Ve bu haberleri yaparken vicdanınız sızlamıyor mu?


Eğer bu sorulara cevabınız; “bizim derdimiz ailemizi/çocuğumuzu tehdit eden internet değil, bizim derdimiz Fethullah Gülen üzerinden traj ve populerlik ya da ona çamur atmak” diyorsanız, onu vicdanlara havale etmekten başka çare yok diyorum.

Kalkıp bu tavsiyeleri, Cumhuriyet ve Habertürk Gazeteleri’nin; TİB’in ve BTK’nın internette filtreleme işlemine 3 gün sonra başladığını ve yasak emrini ‘Fethullah Gülen verdi’ diye, birer sayfa haber yapmılmasını ise ne vicdanla veya ne de medya etiği ile açıklamalarını beklemek ise sadece saflık olur.

Çok bilmiş bazı meslektaşlarımızın, nedir bu Fethullah Gülen düşmanlığı, Hem Fethullah Gülen’in böyle tavsiyelerde bulunması neden rahatsız eder siz beyleri? Anlamak mümkün değil.

Olsa olsa bu tavrın adı gazetecilik değil,“devvar u gaddar (durmadan dönen ve çok zulmeden) olur”, pek sayın bazı gazeteci arkadaşlarım.

mazhararslanoglu@gmail.com
http://twitter.com/maomazhar

Freitag, 6. Mai 2011

Fethullah Gülen'den taziye ve geçmiş olsun mesajı

Fethullah Gülen Hocaefendi, Başbakan'ın koruma konvoyuna yapılan saldırı ile ilgili olarak mesaj yayınladı. Mesajında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve yaralı koruma memuruna geçmiş olsun dileklerini ileten Gülen şehit olan koruma memurunun ailesine ise başsağlığı diledi. Gülen hain pusu olayı ile milletin huzur ve istikrarını çekemeyenler in yine o menfur planlarını devreye soktuğunu ifade ediyor.
 
Taziye mesajlarında şu ifadelere yer veriyor:

GEÇMİŞ OLSUN
 
Kastamonu Mitingi sonrasında Sayın Başbakanımızın koruma konvoyuna hain bir pusu kurulduğunu teessürle öğrendim. Fevkalade mahzun olduğum hadise açıkça gösteriyor ki bu milletin huzur ve istikrarını çekemeyenler yine o menfur planlarını devreye sokmuş durumdalar. Milletçe kenetlenmemize vesile olmasını dilediğim bu menfur saldırıdan dolayı Cenab-ı Allah'tan Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan'ı bu millete bağışlamasını, ülkemizi her türlü kötülükten muhafaza buyurmasını temenni eder, geçmiş olsun dileklerimi arz ederim.

TAZİYE VE GEÇMİŞ OLSUN
 
Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan'ın koruma konvoyunda görev yaparken hain bir pusuyla bir polis memurunun şehit edildiğini, bir polis memurunun yaralandığını üzülerek öğrendim. Şehit polis Recep Şahin'e şüheda i kiramla beraberlik niyaz eder, ailesine ve yakınlarına Sabr-ı Cemil dilerim. Yaralı polis memuru Metin Kuş'a Cenab-ı Allah'ın lütfunden acil şifa temenni ederim.

M.FETHULLAH GÜLEN

gulenbewegung.blogspot.com

Donnerstag, 5. Mai 2011

Hocaefendi'yi Duygulandıran Mektup!




Türk Kolejlerinde okuyan Makedonyalı Gorgi Pavlov'dan Hocaefendi'ye duygulandıran mektup.
02 Mayıs 2011 Pazartesi 13:18
Makedonyalı Gorgi Pavlov, Fethullah Gülen Hocaefendi'ye yazdığı Türkçe mektupta, okuduğu bir kitaptan çok etkilendiğini ve Türkçe Olimpiyatlar'ın dünyaki sınırları kaldıran bir proje olduğunu anlatıyor.

Türk okullarıdan mezun olduğunu için çok mutlu olduğunu belirten Pavlov, mektubunu, "dünyanın dört bir yanından olan insanlarla sevgiyle ilişki kurdum. Bence, bunlar bir insanın en büyük değerleri" ifadeleriyle sona erdirmiş.

Mektupta Kocaeli çocuk festivaline katıldığını dile getiren Pavlov'un dikkat çeken ifadeleri ise şöyle: "Orada bir çoğu insanla tanıştım ve anladım ki, ne kadar insanları ayırmaya çalışıyoruz, ister din, ister ırk, ister ülke olsa bile, her insana sevmekle yaklaşırken, hemen bir bağ oluşuyor, ve bu bağı asla kaybetmeyecek"

İşte Makedonyalı Gorgi Pavlov'un kendi kaleminden orjinal mektubu...

Gorgi Pavlov
39 University Dr
Bethlehem, PA, 18015
May 1, 2011

Saygıdeğer Hocaefendi:
Ben, Gorgi Pavlov, Üsküpteki Yahya Kemal koleji mezunuyum. Sizin için son zamanlarda çok duymuştum. Kolejde okuyorken, sizin kitabınız, İlimin İncileri okudum. Fikirlerinizden anladım ki, bir insanı en çok geliştiren manevi düşüncelerdir. Ayrıca, 7. Uluslararası Türkçe Olimpiyatlarda da katılarak, anladım ki dünyanın gerçek bir sınırı yok. Diğer ülkelerden gelen insanlarla bir araya gelmekle, konuşmakla, ve paylaşmakla benim de dünya bakışlarımı gelişip, bir çok insanla arkadaş oldum. Olimpiyatlardan olan arkadaşım Amina Mekiç'le tekrar buluşacağıma hiç bilmiyordum. Aslında, Lehigh University'e kaydedince, bana hemen mesaj yazdı, ve söyledi ki Bethlehem'de yaşıyormuş. Bunu duyunca çok mutlu oldum. Anladım ki, dünyanın dört bir yanında ilişkilerim var.

Bu yılda, Olimpiyatlar gibi,3üncüsü düzenlenen Kocaeli çocuk festivalinde katıldım. Orada bir çoğu insanla tanıştım ve anladım ki, ne kadar insanları ayırmaya çalışıyoruz, ister din, ister ırk, ister ülke olsa bile, her insana sevmekle yaklaşırken, hemen bir bağ oluşuyor, ve bu bağı asla kaybetmeyecek. Çocuk festivalinde, hayatımdakı şu ana kadar en mutlu günlerimi geçirdim. Bu festivalinde bizi konaklayan Sultan Öztürk hanımefendiyi de tebrik ediyorum. Ondan dolayı anladım kı, her şey sevmekle oluyor. Sultan hanım, bizi her gün hep soruyordu: ‘Beni seviyor musun?', ve ben hep ‘Tabi tabi çok seviyorum' diye yanıt verirdim. Zira, bu pek önemsemeyen olay beni düşündürdü. Bize sevmekle yaklaşırken, Sultan hanım bizimle güçlü bir bağ oluşturdu, ve umarım ki ilerde onun gibi insanlar olacaklardır.

Sonuçta, Türk okullarının mezunu olarak çok mutluyum. Türkçe'yi öğrendim, dünyanın dört bir yanından olan insanlarla sevgiyle ilişki kurdum. Bence, bunlar bir insanın en büyük değerleri. O yüzden umarım ki benim gibi de daha çok insanlar olacaktır.

Saygılarımla,
Gorgi Pavlov


de.fgulen.com

Hani polis Fethullah Gülenciydi?

Süleyman ÖZIŞIK

25 Nisan 2011 Pazartesi 
 
Bundan yaklaşık 4 yıl önceydi.. 2007 yılının Kasım ayının 8'inde bir yazı yazmıştım.. O günlerde Beşiktaş futbol takımının başında Ertuğrul sağlam var.. Takım yine bu yıl yaşadığı gibi sıkıntılar yaşıyor ve zor durumda.. Taraftarlar, Yıldırım Demirören'i ıslıklıyor, Ertuğrul Sağlam lehine ise çılgınca tezahüratlarda bulunuyor..

Efendime söyleyeyim..

Oturdum şeytanın avukatlığını yaptım..

Yaklaşık 15 dakika içinde, masa başında bir senaryo döşendim.. O senaryonun adına da, "Beşiktaş'ı Fethullah Gülen karıştırıyor" dedim..

Gerekçelerim hayali ama o kadar inandırıcı ki..

Aynen şöyle yazdım:

"Ertuğrul Sağlam Gülen Cemaati'ne yakınlığı ile bilinen bir isim ve aynı zamanda Gülen'in çok sevdiği İhsan Kalkavan'a da hayran biri.. Talimat Pinsilvanya'dan şeyle bir talimat geldi: Ertuğrul sen takıma can yakıcı yenilgiler tattır. Yıldırım Demirören istifa etmek zorunda kalsın.. Zaman gazetesi ve Samanyolu'nun destekleriyle İhsan kalkavan ortaya çıksın adaylığını koysun ve Beşiktaş'ı böylelikle ele geçirelim..."

Tamamen hayali olan bu yazının en sonuna ise şöyle bir not düştüm:

"Buraya kadar yazdıklarıma inandınız mı? İnandıysanız gerçekten hastasınız demektir..Çünkü ben topu topu 15 dakika düşündüm ve böyle bir senaryo ürettim..

Yalan yani yalan.. Ne Gülen'in bunlardan haberi var, ne Kalkavan'ın böyle bir hevesi var, ne de Zaman böyle bir haber yayınladı..

Tamamını ben uydurdum yani..

Neden mi?

Son günlerde Türkiye bir ateş çemberinden geçiyor.. Gelen şehit haberleri, sıra sıra kaldırılan tabutlar.. Bu kara günlerde bile işi gücü bırakıp tıpkı benim az önce yaptığım gibi, masa başında senaryolar üreten, hikayeler uyduran gazeteci ve yazarlar olduğunu gösterebilmek için..Bazı aşağılık medya kuruluşlarında Fethullah Gülen isminin, rating, tiraj ve tık olarak bir kazanç kapısına döndürüldüğünü ispatlamak için..

Haysiyetinden birazcık, onurundan azıcık, namusundan minnacık ödün veren herkesin, istediği herhangi bir kişiye istediği gibi iftira atabileceğini gösterebilmek için.."

Şimdi bu konuya neden girdiğimi merak etmişsinizdir...

Onu da anlatayım..

Gazete veya televizyonlarda mutlaka gözünüze ilişmiştir.. Şu Van'da yaşanan "Namaz skandalı"ndan bahsediyorum..

İhtimal vermiyorum ama duymamışsınızdır belki diyerek yine de kısa bir özet geçeyim..

Bundan birkaç gün önce Van'da polis cami çıkışında öğle namazının kaç rekat olduğunu bilemeyenleri gösterici diyerek gözaltına almıştı.. Polis, göstericileri "Öğlen namazının kaç rekat olduğu" yönünde bir teste tabi tutmuş, "4" diyen kişileri gözaltına almıştı..

İşte o mesele..

Aslında alnı birazcık secdei rahmana gidenler bilir ki, öğlen Namazı 10 rekattır.. Bunun 4"ü "farz", geri kalan 6 rekat ise "sünnet"tir.

Ancak günümüzde öyle bir hayat keşmekeşi yaşanıyor ki, işini gücünü aksatmayan insanlar, genelde camiye girip "4 rekat farzı" alelacele kılıp telaşla geri dönüyorlar..

O zavallı gencin "Öğlen namazı 4 rekattır" demesinin nedeni de aslında budur..

İşte bu durum medyada irili ufaklı bütün gazetelerde "Polisin Namaz Cehaleti" diye yer aldı..

Eğer meseleye buradan bakarsak skandalın hakkı manşetlerden verilmiş diyebiliriz..

Ama madalyonun bir de diğer tarafı var. Kimsenin bakmadığı, kimsenin görmediği veya görmek istemediği..

Türkiye'de yıllardır, ulusal medyanın çok büyük bir bölümü "Fethullah Gülen laik rejimi yıkıp yerine İslam ve şeriat rejimini getirmek için mücadele ediyor.. Bunun da polis gücüyle olacağını bildiği için emniyet teşkilatlarının tamamını ele geçirdi. Emniyet'i Gülenci ve AK Partili yobaz, şeriatçı kadrolar yönetiyor" diye yazıyor ve bu yazılanlar ülkenin en saygın kurumları veya kişileri tarafından da paralel düşüncelerle destekleniyordu..

Kim destekliyordu?

Türk Silahlı Kuvvetleri

Siyasi partilerin büyük bölümü

Yargı makamları

Hatta ve hatta yıllarca polis teşkilatlarında üst düzey görev yapmış Hanefi Avcı gibi isimler bile bize böyle bir tehlikeden bahsedip durdu..

Şimdi bu haberi okuyunca insan kendine sormadan edemiyor..

Şimdi siz hem bu ülkede Gülen'e "Şeriat düzenini, İslam düzenini getirmek için tüm dinci adamlarını polis teşkilatlarına yerleştirdi" diyecekseniz..

Hem de "Gülen'in yobaz adamı" diye yıllarca bize yutturduğunuz polisleri, "Yuh be, Namaz'ın kaç rekat olduğunu bilmiyor" diyerek yerin dibine sokacaksanız...

Eğer kooca Van Emniyet Teşkilatı'ndaki binlerce polis, öğlen namazının kaç rekat olduğunu bilmiyorsa, bu adamlara "Gülen cemaatinin mensupları" diyerek yıllarca haksızlık etmiş ve iftira atmışız demektir....

O zaman bu haberlerin yazılmasında ve yayınlanmasında imzası olanların çıkıp, "Evet biz haysiyetimizden birazcık, onurumuzdan azıcık, namusumuzdan minnacık ödün verip,  sevmediğiniz bir adama iftira attık" demesi gerekmiyor mu?
Ben Allah'a ve ilahi adalete inanan bir insanım.. Fethullah Gülen Cemaatine sempatim de antipatim de yok.. "Zevksiz ilişkilerin sevimsiz ürünü olan birkaç kişinin" çıkıp da, "Vaay sen savunduğuna göre Fethullah Gülen Cemaati'indensin" demesine de aldırış etmiyorum..

Ben sadece medyanın el birliğiyle yayınladığı bu "İlahi Tekzip" sonrası kafamda oluşan soru işaretlerinin cevap bulmasını istiyorum..

Kaynak : http://www.internethaber.com/hani-polis-fethullah-gulenciydi-11435y.htm#ixzz1LTTaxTt3

gulenbewegung.blogspot.com

Modern Eğitim Metodu Asr-ı Saadete Uzanıyor

Hazreti İbrahim, "Ey bizim Rabbimiz, onlara içlerinden öyle bir peygamber gönder ki, onlara Senin ayetlerini tilavet eylesin, kendilerine kitabı ve hikmeti öğretsin, içlerini ve dışlarını tertemiz yapıp onları pâk eylesin." diyerek niyaz etmişti. Nebiler Serveri'nin nuru, kâinattaki parıltısını henüz göstermemiş iken iltica edilen bu dua O'nun (sallallahu aleyhi ve sellem) eğitimci yönüne işaretti. Nitekim Efendimiz, insanlığa gönülleri hidayet nuruyla aydınlatan çağlar üstü bir muallim olarak ihsan edilecekti. O ki siyasi lider, toplumsal önder ve manevi rehber olma özelliğini kendisinde cem etmişti. Tüm bunları yaparken elbette ümmetini eğitmeyi, onlara kitabı ve hikmeti öğretmeyi ihmal etmeyecekti. Zira İnsanlığın İftihar Tablosu, bizzat Yüce Rabbi tarafından terbiye edilmiş emsalsiz bir muallim idi.

Modern Eğitim Metodu Asr-ı Saadete Uzanıyor

Modem eğitim sisteminde yaygın ve örgün eğitim metottan kullanılıyor. Yaygın eğitim kısa süreli ve kendine özgü iken örgün öğretim, uzun süreli ve standart özelliklere sahip. Bu metotların temeli ise 14 asır öncesine dayanıyor. "Ben ancak bir muallim olarak gönderildim." diyen Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) o dönemde bu iki eğitim yöntemini de kullanıyor. İslam'ın ilk medresesi addedilen Dar'ül Erkam evlerinde yaygın öğretim yapılıyor. Efendimiz iman, ibadet, ahlak ve hayata dair birçok konuda gençleri bire bir eğitiyor. Hicretten sonra ise gün aşırı Mescidi Nebevi'de sahabelerle, Perşembe günü de hanımlarla sohbet ediyor. Ayrıca Mekke'den Medine'ye hicreti sırasında kaldığı Küba'ya vefa gösteriyor, Cumartesi günleri de oradaki insanlara sesleniyor. Sohbetler sayesinde toplumun bilgi seviyesi ve okuma yazma oranı artıyor. Bedevi olan kavim ve kabileler medeni bir toplum haline geliyor.

İslam'ın ilk yıllarında yaygın eğitim görülürken zamanla örgün eğitime geçiliyor. Efendimiz bir mescit kuruyor. Sosyal problemlerin çözüme kavuşturulduğu, hukuki davalara bakılan, misafirlerin ağırlandığı, elçilerin kabul edildiği ve çeşitli anlaşmaların yazıldığı bu mekânda eğitim öğretim de yapılıyor. Mescitte gençlerin yatılı kalması için 'suffe' denilen bir yer ayrılıyor. İslam tarihi kitaplarındaki bilgiler yan yana getirildiğinde ashab-ı suffenin nasıl eğitildiğine dair şöyle bir tablo ortaya çıkıyor: Mescid-i Nebevi aynı zamanda okul olarak kullanılıyor. Ebu Hureyre talebelerden sorumlu iken Muaz bin Cebel yeme içme giderlerini temin ediyor. Ubade bin Sabit yazı öğretmeni, Abdullah bin Said bin Asr da hikmet öğretmeni olarak atanıyor. Yani Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) öğretmenlik vazifesini yetiştirdiği sahabeleri vasıtasıyla yürütüyor.

Medine civarındaki uzak mahalleler de ihmal edilmiyor, mescitler açılıyor. Mahalle çocukları burada yazmayı öğreniyor. Daha da ilerleyen zamanlarda ihtisaslaşma başlıyor. Örneğin Medine'de Mekreme ismindeki bir sahabenin evi dar'ul kurra (Kur'an ezberleme yeri) yapılıyor. Halk kıraatli Kur'an okumayı burada öğreniyor. Yeni Müslüman olan kabilelerden gençler de geliyor. Eğitimini tamamlayanlar daha sonra değişik kabilelere öğretmen olarak atanıyor. Mescid-i Nebevî'ye devam eden talebe sayısı 40 ile 200 arasında değişiyor, bazen 400'ü buluyor. Bu kadar insanın yeme-içme gideri için sponsor bulunuyor. Temim kabilesinden gelen 80 gencin ihtiyaçlarını Sad bin Ubade karşılıyor. Yani maddi gücü olanlar talebelere destek oluyor.

Esirlerin Fidyesi Okuma-Yazma Öğretmek

Kaynaklarda Efendimiz'e peygamberlik gelmeden Önce Mekke'de 17, Medine'de 10 kadar kişinin yazmayı bildiği belirtiliyor. Nebiler Serveri'nin yazıya verdiği ehemmiyetle okuma yazma kampanyaları başlatılıyor ve bu sayı hızla artıyor. Eğitime atfedilen değer, Bedir'de de kendisini gösteriyor. Bedir esirlerinden okuma yazma bilenler 10 çocuğa öğretme karşılığında serbest bırakılıyor. Yani müşriklerden bile ilim konusunda istifade ediliyor.

Kadınlar da bu süreçte ihmal edilmiyor. Medine'de okuma yazma bilen Şifa binti Süleyman adındaki hanım, Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) hanımı Hafsa validemize okuma yazma öğretiyor. Gönüller Sultanı, validemizin yanlış yazdığını gördüğünde onu düzeltiyor ve yardımcı oluyor. Sad bin Vakkas gibi birçok sahabe de hanelerinde kızlarına eğitim veriyor. İlerleyen süreçte kadın-erkek ayırmadan eğitim-öğretim sürdürülüyor. Hatta "Kadın-erkek herkese, ilim öğrenmek farzdır." hadisi ışığında herkes ilim öğrenme ve öğretme yolunda koşturuyor.

Prof. Dr. Muhit Mert'e göre Efendimiz nitelikli insan kaynağı yetiştirerek asırlara sesleneceğini biliyordu. Zira âlimler peygamber varisleriydi ve ilim adamları sayesinde İslam davası devam etti. Çünkü eğitimin etkisi suya atılan bir taş gibi; halden hale yayılır ve tüm kıyılara ulaşır.

Hocaefendi Efendimiz'in Metodunu Benimsedi

Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) sünneti deyince genellikle bireysel davranışlar akla geliyor; yemeğe tuzla başlamak, öncesinde sonrasında el yıkamak gibi. Ancak toplumsal sünnetler de var ki eğitim-öğretim bunlardan sadece biri. Toplumu şekillendiren bu sünnetin ihyası Bediüzzaman Hazretleri'ne göre farz, vacip sevabı kazandıracak nitelikte. Zira Üstad da ilim öğrenimi ve öğretiminde hassas. Okuma-yazma oranının düşük, cehaletin yüksek olduğu bir dönemde evlerde okumaya teşvik ediyor. Eserleri çoğaltılıyor ve okuryazar bir kitle oluşuyor. Onun bu metoduna yaygın eğitim de denilebilir.

Fethullah Gülen Hocaefendi'nin de eğitime kanalize etmesi toplumsal sünnetin ihyası anlamına geliyor. Hocaefendi, Peygamber Efendimiz'in o dönemde yaptıklarının özünü alarak bugünkü şartlarda sunuyor. Şöyle ki; Efendimiz döneminde suffe mektebindekiler toprakta yatıyordu, sahabenin getirdiği hurmaları yiyorlardı. Bugün talebeye aynısını uygulamak mümkün değil. Dolayısıyla günümüzün gerektirdiği donanım neyse onunla sünneti ihya etmek en güzeli.

Yeni Bahar

gulenbewegung.blogspot.com

Montag, 2. Mai 2011

Cemaat Demokrasiyi Bozar mı?

Demokrasiyi dişi bir mabude gibi tasvir etmek, Avrupa icadı bir imge. Özgürlük, adalet hepsi dişidir. Halbuki demokrasi, zorlu, ağır şartlarda iş gören ve dayanıklı bir yaratığa benzemeli, üstelik etkileyici görünmeli; yağız bir delikanlı gibi. O zaman zorlu sınavları ve yükleri, Kaf Dağı'nın ardından canavarın kellesini getirme becerisi olarak anlatmak mümkün. Bir de delikanlıyı bozan şeyleri... Cemaatler demokrasinin neresinde? Bu yağız delikanlının cemaatlerle alış verişi nedir? Cemaat demokrasiyi bozar mı? 'Cemaat' denince bir toplumsal örgütlenme biçimi anlaşılmalı. Ferdinand Tönnies'in 'gemainschaft' adını verdiği, toplumların tarihsel dönüşümlerinin stratejik dayanağı olan bir kategori. Bizde cemaat denince 'Fethullah Gülen Hareketi' anlaşılıyor. Hâlbuki cemaat, Gülen Hareketi'ni de içine alan çok yaygın ve vazgeçilmez bir grup yapısı. Öyleyse soruyu sosyolojik içeriğinden bir reel siyasî sonuç devşirmek üzere sormak lâzım: Cemaatsiz demokrasi mümkün mü?

Bahçeli'nin 'Abuk' Çağrısı

Cemaatlerin yapısı dışa dönük olmaktan ziyade içe dönüktür. Sıkı bir dayanışma ve yardımlaşma içinde, sağlam bir güven duygusu oluşturarak sosyal sorumluluklar üstlenirler. İnanç, bu güveni sağlayan ortak payda ve olarak devreye girer. Bir cemaate yapılabilecek en abuk çağrı, faaliyetlerini askıya alma çağrısıdır.
MHP liderinin, Gülen Cemaati'ne yaptığı çağrının masum olmadığını, bu çağrının akıl dışı içeriği gösteriyor. Ergenekon Davası, topyekun bir savunma ile battığı bataklıktan çıkmaya çalışıyor. Uyguladıkları savunma taktiği ise, darbe iddialarının bir komplodan ibaret olduğunu öne sürmek. Peki, bu kadar etkileyici bir komployu hangi örgüt tezgahlayabilir? Darbecilerin gömüldükleri bataklıktan çıkmak için bir günah keçisine ihtiyaçları var: Cemaat. Darbeciler, Gülen cemaatini hedef tahtasına koyarak huruç hareketine giriştiklerine göre, demokrasi galiba cemaatsiz pek mümkün değil. MHP liderinin seçim sath-ı mailine girildikten sonra, kendi seçmenlerine ters düşmek pahasına tabanının yakınlık hissettiği bir cemaate savaş açması, bu demokrasi eksikliğinin kanıtı değil mi?

Öyleyse demokrasi ile cemaatler arasında sanıldığının tersine olumlu bir ilişki olmalı.
Gemeinschaft: 'Cemaat' dediğimizde aslında bize özgü bir modelden bahsetmiyoruz. Bütün insanlığın bir zamanlar ana rahmi gibi huzurlu ve güvenli bir şekilde içinde yaşadığı sonra kaybettiği, yokluğuna dayanamadığı için yeniden aradığı, bulmak için her yola başvurduğu bir toplum modelinden bahsediyoruz. Bu toplum modelini sosyal bilimlere, yaşadığımız trajik değişimi açıklayan bir anahtar olarak yerleştiren Tönnies, içinde yaşadığımız toplum ile mahrum kaldığımızı karşılaştırma imkânı da veriyor. Geleneksel toplumlar, 'cemaat' (gemeinschaft) şeklinde organize olmuşlardı. Bu toplumlar, adeta büyük bir aile gibi yaşıyorlardı. Hasta mutlaka bakılır aç mutlaka doyurulurdu. "Yarın başıma ne gelir?" korkusuna bu toplumda yer yoktu. Bu toplum modeli, sanayileşmenin hızlandırdığı şehirleşme ile birlikte aşınmaya başladı. Cemaat parçalandı, yerine birbirine yabancı ve mesafeli insanlardan meydana gelen 'cemiyet' (gesellschaft) yani şehirli toplum geçti. Şehirlerimizin apartman hayatını ve oradaki komşuluk ilişkilerini gözünüzde canlandırdığınız zaman teorik bir kategoriden değil, içinde yaşadığınız toplumun kendisinden bahsettiğimi anlayacaksınız.

Cemaatçilik Olarak Komünizm

Binlerce yıl, etrafımızdaki tabiat gibi doğal algıladığımız, aksini ve alternatifini düşünmediğimiz bir toplum yapısı içinde yaşadık. Sanayileşip ileri teknolojik bir topluma doğru evrilirken, bu "doğal" toplumu da yitiriverdik. Binlerce yıllık insanlık tarihinin en trajik, en ürkütücü değişimi cemaat hayatından cemiyet hayatına geçiştir. Bu geçiş, ana rahminden dünyaya geçmek gibidir. Bu değişim o kadar sarsıcı olmuştur ki, sonrasında ortaya çıkan hemen her çaba bu sarsıntının telafi edilmesi ve bir şekilde cemaat hayatının yeniden kurulması içindir. Şehirlerde fabrika işçilerine dönüşen insanları, sınıf adıyla bir cemaat şeklinde organize etmeye çalışan sosyalistlerin, 'komünizm' ismini tercih etmeleri, ihtiyaç duyulan şeyi de gösterir. Komünizm, cemaat (commun, community) kelimesini Marksist ideolojinin adına dönüştürmüştür. Komünizmin Türkçedeki tam karşılığı "cemaatcilik"tir; ıstılah olarak cemaatteki ortaklaşacılığa atıfta bulunur. Aynı sınıfa mensup insanlar 'sınıf dayanışması' içine gireceklerdir. Yoksulluk paylaşımı getirecektir. "Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmayan" insanlar, ortaklaşa yaşayacakları bir cemaati kurmak için harekete geçecekler, proleterya devrimi ile bu cemaat hayatının ilk adımı atılacaktır. Ayrımı yaratan mülkiyettir. Mülkiyet olduğu için burjuvazi işçiyi yoksullaştırmakta ve sömürmektedir. Cemaat hayatı ancak eşitliği tesis ederek gerçekleşebilir. Bunun yolu da herkesi eşit kılacak düzeni kurmak, mülkiyeti ortadan kaldırmaktır.

Bazılarına zor bir ekonomi-politik teorisi olarak gelen Marksizm, merkeze cemaat alındığı zaman son derece sade ve iç tutarlılığı olan bir açıklamaya dönüşür. Milliyetçilik de, kaybolan cemaatin yerine, aynı sıcaklığı verecek büyük bir cemaat arayışının adıdır. Milliyetçi ideolojilerle milletlerin tarih sahnesine çıkışı arasındaki sebep-sonuç ilişkisi, kaybolan cemaatin yeniden inşası çabasını açıklamaktadır. Millet ve milliyetçilik arasındaki ilişki genel bir yanılsama olarak yanlış kurulmaktadır. Milliyetçilik var olan bir milletin kendisini ifadesi olarak ortaya çıkmamıştır. Tersine milleti biçimlendiren, tarih sahnesine çıkartan ve modern çağın uluslararası ortamının temel yapı taşı haline getiren bizzat milliyetçiliğin kendisidir. Milleti, milliyetçilikler yaratmıştır. Milliyetçilik, kaybolan cemaatin yerine siyasî bir cemaat yaratma gayretidir. Anderson'un vurguladığı gibi 'millet' bir 'hayalî cemaat'tir. Birey, tanımadığı ama kendisine benzediğine inandığı (aynı dili konuştuğu, aynı inancı ve vatanı paylaştığı) diğer insanlarla aynı cemaatin üyesi olduğuna inanmakta, bu hayal ile huzur bulmaktadır. Yitirilen cemaat, millet adıyla yeniden kurulmaktadır.

Max Weber, kapitalist ekonomiyi Protestan ahlâkının ortaya çıkardığını söylemişti. Bizdeki tarikatlere benzeyen, gerçekte ise tam bir cemaat olan Protestan Quaker, Baptist ve Metodist mezheplerin çalışma ve ticaret ile dinî inançlar ve kurallar arasında kurdukları ilişki, adeta dinî ahlakın ticarî ahlaka dönüşümünü anlatır. Çalışma ve mübadele bütünüyle dinî kurallar etrafında hayat bulmaktadır. Mesela yatırım sermayesini nakdî servete dönüştürmenin dinen yasaklanması gibi. Aslında burada anlatılan, dindarlık ile ticarî faaliyetler arasındaki uyumdur. Modern toplumlar güven boşluğunu derinden yaşar. Ticarette en değerli sermaye ise güvendir. Dindarlık, birbiriyle ticaret yapan insanlara peşin bir güven vermekte. Dindarlığın bu faaliyet alanlarında genel çerçeveyi oluşturması son derece doğaldır. Dindarlık bir toplumsal nirengi noktası olarak alınmakta, toplum din etrafında organize olmakta ve iş görmektedir.

Protestan Etiği ve Güven Toplumu

Weber, Amerika'da 1904 yılına ait bazı gözlemlerini ve görüşmelerini nakleder. Birlikte seyahat ettiği bir satıcıya, Amerikan toplumunun kiliseye bağlılığından söz ettiği zaman şu cevabı alır: "Bayım, bana kalsa herkes istediğine inanır veya inanmaz; ama hiçbir kiliseye mensup olmayan bir çiftçi ya da işadamı görünce ona elli sentlik güven duymam. Hiçbir şeye inanmıyorsa bana borcunu niye ödesin." Aranan prüten ahlâkının işlediği bir güven ortamıdır.

Bizde farklı iş kollarında faaliyet gösteren loncaların aynı zamanda dinî teşkilatlar olduğunu unutmayalım. Lonca erkanı ve kuralları tasavvufun zengin dünyasından alınmadır. Ordumuz yani Yeniçeriler bile Hacı Bektaş Dergahı'na bağlı bir dinî topluluk idi. Meslekî olarak örgütlü olanlardan topluma geçtiğimiz zaman izler daha derinleşmektedir. Türk milletinin Orta Asya'dan Batı'ya yönelmesi, anavatanlarında İslâmiyet öncesinde çok doğal ve yaygın olan "yağma"nın yerine tamamıyla dinî nitelik taşıyan "gaza kültürü"nü başarıyla yerleştirmeleriyle mümkün olmuştur. Yeni göç edenler, yerleştikleri yerde "dinî bir cemaat" şeklinde teşkilatlanmıştır. Ömer Lütfi Barkan'ın "Kolonizatör Türk Dervişleri" başlıklı makalesi aynı zamanda din ve dindarlık etrafında kurumlaşan iskân siyasetini anlatır.

Bugün kuru kültür iklimimizde, dünyaya laik-antilaik ekseninden bakanlara cemaatlerle tarikatlar arasındaki farkı anlatmak bile çok zor. Bugünün etkili ve sürükleyici modelinin tarikat yerine cemaat olması da, dinî inancın kozmogonisinin değil dindarlıkla karşılanan toplum hayatının ihtiyaçlarının öne çıktığını gösteriyor.. Başka türlü karşılanmayan, karşılanamayan saf insanî ihtiyaçlar ve arayışlar bunlar. Anlamak niyetiyle bakanların, dinin siyasî yorumlarının değil birlikte yaşanan toplumsallığın dindarlıkta vücut bulduğunu fark etmeleri lâzım. Şerif Mardin'in "Bediüzzaman Said Nursî Olayı" başlıklı araştırması, Cumhuriyet'in ilk yıllarında Nurculuğun, kırsal ve küçük kasaba orta sınıflarının temsil arayışına nasıl sembolik bir anlam kazandırdığını anlatır. Said Nursî karşımıza, çevreye yani taşraya canlılık ve ifade gücü kazandıran bir önder olarak çıkmaktadır. Merkez karşısında dağınık olduğu için güçsüz olan taşra, Nurculuğun ortak dili ile bir araya gelmiş ve baskılara direnmiştir. Cumhuriyet'in başlarında toplumun ana gövdesi, modernleşmenin ağır sancılarına biraz da Nurculuk gibi toplumsal vechesi kuvvetli akımlar sayesinde katlanabilmiştir.

Türk toplumunun hayırseverlik gücünü bir sermaye olarak tasavvur edelim. Dindarlığın beslediği bir sermayedir bu. O zaman, kimsesiz çocuklarına devletin baktığı, çok azına bakabildiği, bakabildiklerine de kötü davrandığı bir ülke olmak inanılmaz bir tezat değil mi? Neden laik batı dünyasında bu işi tek başlarına kiliseler üstleniyor? Cemaatleri sınır dışında tutarak toplumda var olan sosyal sermayeyi heba edersiniz. Paranoyakça yasaklara rağmen toplumun ifa ettiği dayanışma ve yardımlaşmanın, her şeye rağmen sizi ayakta tutan güç olduğunu fark edemezsiniz. Cemaatler konusunda yeniden düşünmeliyiz. Cemaatlerine zorluk çıkartan, cemaatleriyle kavga eden, onlara yasaklar getirmek için fırsat kollayan bir devlet, kendi ayağına kurşun sıkmaktadır. Türkiye'nin sivil gücü çoğu yerde kendi devletinin taktığı çelmelere rağmen, "cemaat" sıfatıyla dünyanın her yerinde at koşturuyor, iddialı projeleri gerçekleştiriyor. "Çağımızın Kolonizatör Türk Dervişleri", dünyanın hemen her ülkesinde güven adaları inşa ediyor. Geleceğin dünyasında Türkiye'nin yeri, bu "millî misyonerler" eliyle bugünden şekilleniyor. Cemaatlere düşmanlık bu topluma, aklı başında bu devlete has bir tavır olamaz. Bu ülkeyi sevenlerin ve düşünenlerin savaşa değil, bu toprakların sahip olduğu bütün potansiyeli yine bu ülkenin sorunlarını çözecek ortak amaçlar için seferber etmeye ihtiyaçları var. Bahsettiğim şey, bu ülkede inanılmazların gerçekleşeceği mucizenin kendisidir. Bu mucizeyi "cemaat farkı" ortaya çıkartacaktır. Elinizde, bu farkın yerine koyabileceğiniz hiçbir şey yok; üretmeniz de yakın tarihin gösterdiği vechile imkânsız.

Mümtaz'er Türköne, Star

gulenbewegung.blogspot.com

Yeni Bir Paradigma: Hizmet Hareketi

Ahmet Kurucan
Ahmet Kurucan
The Vision and Impact of Fethullah Gülen: A New Paradigm Social Activism (Fethullah Gülen'in Vizyonu ve Etkisi: Sosyal Aktivizm Alanında Yeni Bir Paradigma) Maimul Ahsan Khan'ın Gülen hareketiyle ilgili yeni kitabının adı. Yazar Gülen ve hizmet hareketini yedi farklı açıdan masaya yatırmış. Mevcut bilgi birikiminden, konu eksenli teorik okumalarından, sahada görüştüğü insanların düşüncelerinden ve gözlemlediği eylemlerinden hareketle bir analiz yapmış. Kitap işte bu bütüncül bakışla ortaya konulan analizlerin toplamının yazıya dökülmesinden ibaret bir eser.

Sahasında ilk değil, son da olmayacak. Olmayacak zira Hocaefendi'nin kitaba isim olan "vizyonu ve etkisi" gün geçtikçe sınır tanımaz bir halde genişliyor. Doğu Ergil'in yaklaşımıyla, "Cumhuriyet Türkiye'sinin yurtdışına ihraç ettiği'' yerel bir gerçek olan bu hareket, küreselleşmenin yaşayan bir örneği olarak her gün mesafe kat ediyor. Bizzat Hocaefendi'nin ifadeleriyle "ortaya konan projelerin makuliyetinde birleşen" insanlar Hadi Uluengin'in tabiriyle bir "cemaati değil bir camia"yı oluşturuyor. Proje eksenli beraberliklerin hâkim olduğu bu yapıda din, dil, cins, ırk gibi ayrımlar yapılmıyor. İslami değerlere saygılı olmakla ve bu değerleri bir motivasyon unsuru olarak kullanmakla birlikte başka din mensuplarına da kapılarını ardına kadar açıyor. Evrensel değerlere "amenna" demekle birlikte yerel değerlerin korunmasına da "evet" diyor. Anadolu insanının tarih boyunca oluşturduğu örf-âdet, gelenek ve göreneklerle hemhal olmasına rağmen, başka kültürleri de olduğu gibi kabullenmekte bir mahzur görmüyor. Geleneksel yaklaştırılan parçalayan bu yeni vizyon ezberleri bozuyor, taraftar topluyor, en genel manada sınır tanımıyor ve sürekli gelişiyor.

Önyargılarının Esiri Olanlar...

Fakat hareketin kat ettiği bu mesafeden mutlu olmayanlar da var. Önyargılarının esiri olup farkı fark etmeyen kişiler ve gruplar bunlar. Ezberlerinin bozulmasını istemeyenler. Asırlık menfaatlerine zarar geleceğinden endişe ediyor, düzenlerinin bozulmasını kabullenemiyorlar. "Efendilerin değişmesi" olarak görüyorlar gelinen noktayı. Bazı çevrelerin bu tutumu insana şunu dedirtiyor: "Demek ki bunlar yıllardır dillerine pelesenk ettikleri demokrasi, insan haklan, hukukun üstünlüğü gibi tabii haklan sadece kendileri söz konusu olduğunda istiyorlarmış!" Kendi gruplarından, kendi ideolojilerinden ve kendi sınıflarından başkası istifade edecekse, "Düşünce özgürlüğü de neymiş!" diyorlar. Halbuki bu tabii ve evrensel değerler sadece kendileri için değil herkes için savunuldukça bir mana ifade eder. Söz buraya gelmişken bir ölçü verelim isterseniz: İnsan haklarını başkaları için de savunmak insan haklarını ne kadar önemsediğinizin göstergesidir.

İrtica Yerine "Cemaat"

İşte zikredilen gelişmelerden mutlu olmayan bu kesimler düşmanca tavırlarını yurtiçinde ve dışında Hocaefendi'ye ve harekete karşı göstermekte, adeta psikolojik savaş taktikleri uygulayarak basın-yayın, konferanslar gibi yollarla sistematik saldırılarda bulunmaktadırlar. "İrticanın yerini cemaat aldı" tespiti bu manzarayı özetlemek adına yapılan bir tespittir. Çünkü hemen her olumsuz şey, "cemaat" denilerek harekete mal edilmektedir.

Devam eden bu faaliyetler o kadar yoğun ve hummalıdır ki, bu kara propaganda yüzünden kimileri bütünüyle onlara hak vermekte, kimilerinin bakışı bulanmakta, kimileri "acaba" diyerek endişelerini dile getirmekte, kimileri de "hayır, yanılıyorsunuz" diyerek daha sağlam bir duruş sergilemektedir. Yurtdışında bu kara propagandalara destek verenler, özünde İslam düşmanlığına sahip olan ve hareketin başta Batı olmak üzere bütün dünya sathında ortaya koyduğu paradigma değişikliğini kabullenemeyenlerdir. İhtimal onların da projelerini bina ettiği eksen bu vesileyle yerinden oynamaktadır. Mesela projelerini Usame bin Ladin örneğini bayraklaştırarak "terörist Müslüman" ekseni üzerine kuranlar, Hocaefendi'nin ortaya koyduğu İslam ve Müslüman yorumları karşısında alabora olmaktadırlar. Cihad'ı başkalarını Müslüman yapma, aksi takdirde hayat hakla tanımayıp öldürme diye yorumlayan kitleler yine Hocaefendi'nin cihad yorumu ve bu yorumun başarılı olması karşısında tutunacak dal bulamamaktadır. Oryantalist söylemlerle şekillenen İslam algılarının altı kazınmaktadır böylece. ABD'de ve Avrupa'da yaşayan Müslümanlardan veya üçüncü sınıf ülkeler olarak kabul edilen bazı İslam ülkelerindeki yaşayan İslam'dan hareketle oluşan İslam algılan tek tek yıkılmaktadır. Sözü uzatmaya gerek yok, bütün bunlar hayata ve olaylara objektif ve kuşbakışı bakabilen herkesin gördüğü manzaradır.

Acık ve Net Cevaplar

Ahsan Khan'ın kitabı Hocaefendi'yi vizyonu ve etkisi, hareketi de faaliyet alanları itibarı ile bütüncül bir gözle değerlendirmeye tabii tutmuş ve yukarıda bahsettiğimiz düşmanca tavır sahiplerinin argümanlarına da "bunlar şöyle diyor, cevabı budur" demeden açık ve net cevaplar vermiş.

Blue Dome Yayınlan arasında çıkan kitap kendi içinde yedi ayrı bölüme ayrılmış: Gülen-Mevlânâ mukayesesi, teori ve pratikte Gülen'in perspektifinden tasavvuf, Türkiye'de ve dünyada eğitim aydınlaması ve metodu, Gülen'in Kur'an ve ideal toplum anlayışı, hizmet kavramı ve stratejiden aksiyona halk hareketi, modern demokrasi özelinde Gülen'in düşünceleri, Gülen'in cihad, tolerans ve terörizm çerçevesindeki düşünceleri...
Kitabın başında yer alan ve oldukça uzun sayılabilecek takdim bölümü eserin özeti mahiyetinde. Gülen ve hareketle alakalı gerek Hocaefendi'nin kendi kitaplarına, gerek akademik konferanslara konu olmuş makalelere, gerekse yurtiçi ve dışı basın-yayında yer alan haberlere vakıf kişiler, kitabın takdimini okuduklarında muhteva adına yeterli bir kanaate ulaşabilirler. Kısa bir cümleyle ifade edecek olursam, yazar, hareketi Hocaefendi'nin konuşmalarını ve yazılarını merkeze alarak temellendirme gayesi güdüyor.
Bu açıdan bakınca, Türkçe bilmemesi sebebiyle hadiseyi ulaşabildiği İngilizce kaynaklardan değerlendiren bir akademisyen olarak Ahsan Khan'ın başarılı olduğunu söyleyebilirim. Kitap Türkçeye çevrilecek mi bilmiyorum ama çevrildiğinde bazı şeylerin Türk okuyucusu için tekrar olacağı muhakkaktır. Bununla beraber Hocaefendi ve hareketi İngilizceden öğrenen ve takip edenler için ayrı bir zenginlik olduğuna şüphe yok.

Ahmet Kurucan, Zaman Kitapligi


gulenbewegung.blogspot.com