Dienstag, 20. September 2011

Hocaefendi


Nihat Dağlı: Hocaefendi
Yıl 1984'tü. Adana Borsa Lisesi'nden mezun olmuş, üniversiteyi okumak üzere İzmir'e gelmiştim. Türkçe bilmeyen bir ebeveynin yoksul çocuğuydum. Kredi yurduna yerleşememiş, aynı okuldan birkaç arkadaşla bir ev tutmuştuk. Evimizin çok eksiği vardı ancak bunu hiç de problem yapmamıştım. O evde gördüğüm kardeşlik beni İzmir'de tutabilmişti.
Dört iyi arkadaştık. Her birimiz Anadolu'nun bir yerinden İzmir'e gelmiş, mütevazı öğrenci evimizde birbirimizin hikâyelerine açılmıştık. Dahası kalplerimizde birbirimize yer açmıştık.
Bergamalı Muammer, üst sınıfımızdan, namaz kılan bir öğrenciydi. Akşamları odasına çekilir, teypten bir hocaefendiden vaazlar dinlerdi. Ben o sıralar Adana'dan, yanımda taşıdığım Rus klâsikleri ve Nietzsche okumaları içindeydim. Doğrusu hayatın içime saldığı yığınla sorum vardı. Dinî geleneksel formlar içinde yaşayan çevremden edindiğim bir dinî duyarlığı taşısam da bu, okumalarımla ve vardığım şehirlerin kaotik yapısıyla örselenmişti.
Bir akşam Muammer'in odasına girip kendisiyle bir vaazı sonuna kadar dinlemiştim. Hatip, Fethullah Gülen'di. İlk kez ismini duyuyordum. Dinlediğim o vaazdan epey etkilenmiştim. Yalnız, Hocaefendi'nin etkili bir Türkçe ile konuşması değil, konuştuğu şeyler de beni düşündürmüştü. Dinlediğim kaset, 'Altın Nesil' konferansının kayıtlarıydı. Edebiyatın ve felsefenin insanın etrafında geliştirdiği sorulara gönderme yapan Hocaefendi hiç de yabana atılmayacak çözümlemeler yapıyordu. Fethullah Gülen, o güne kadar karşılaştığım ve çok sıkıcı bulduğum 'Hocaefendi' profiline uymuyordu. Kendisinden okumalarıma yakın yorumlar dinlemiştim.