28 Şubat dönemindeki medya linçlerine karşı kalemiyle mücadele veren Gazeteci Ferhat Barış, son kitabıyla yine meslektaşlarına yükleniyor. Barış'a göre medyanın eski refleksleri değişmedi ve saldırı için pusuda bekliyor.
Gazeteci-yazar Ferhat Barış ismini ilk olarak, 1999 Haziran ayındaki 'kaset komplosunda' duymuştu kamuoyu. Fethullah Gülen Hocaefendi'nin montajlı kasetleriyle dindar kesim üzerinde sallandırılan Demokles'in kılıcı ve medya yargısız infazına karşı, Zaman'daki bol apostroflu yazıları ile mücadele vermişti yazar. Türkiye'de örneklerine yakın tarihte çok fazla rastladığımız yargısız infazlardan biriydi yaşanan. Ancak bu kez ülkede, fikir namusuna sahip çıkan gazeteciler de vardı ve karanlık senaryolar boşa çıkarılmıştı. Ferhat Barış, verdiği mücadeleyi daha sonra 'Maskeli Balon' adıyla kitaplaştırdı. Çalışma, kısa sürede en çok satan kitaplar listesine girdi. Türkiye'de medyanın iç yüzünü deşifre etmesi açısından da önemli bir kilometre taşıydı. O günlerden günümüze medyada çok şey değişti; ancak bazı hastalıklar hâlâ iyileşmedi. Elbette Ferhat Bey'in deşifre süreci de devam ediyor. Yazar bu kez 'Vaizi Vurun' adlı son kitabıyla sahnede. Karakutu yayınlarından piyasaya çıkan Vaizi Vurun'da, Türk medyasına etkili bir projektör tutuluyor ve kusurlar ortaya dökülüyor. Medya üzerine çalışmasına rağmen medyada görünmekten fazla hoşlanmayan Ferhat Barış'ı ikna ettik ve son kitabını Aksiyon okurlarına anlattırdık. Sözü artık ona bırakalım.
- Ferhat Barış'ı 1999 Haziran'ında medyanın tertiplediği infaz kampanyasından hatırlıyoruz. O süreci, 'Maskeli Balon' adıyla kitaplaştırdınız. O günden bu yana medyada neler değişti?
Maskeli Balon'u okuyanlar hatırlayacaktır, 'Yine Gelecekler' başlıklı bir yazıyla bitiyordu kitap. Yazıda, dönemin infazını yapanların insafsızlığına dikkat çekerek, gitmiş gibi görünseler bile sadece kılık değiştirebileceklerini ama tekrar geleceklerini söylemiştik. Ne yazık ki haklı çıktık.
- Haklı çıktık derken neyi kastediyorsunuz?
Ülke medyasının neredeyse Cumhuriyet tarihi kadar eski klasik refleksleri var. Bu refleks inanca ve bu ülkenin değerlerine karşı yabancılaşmayla başladı ve bir süre sonra onlara karşı nefrete dönüştü. Kendi kimliğimizden duydukları utancı, kendileri gibi olmayana düşmanlık yaparak kapatmaya çalıştılar her dönem. Yeni bir özelliği değildi bu medyanın. Aidiyetsizlik hissi, çok ciddi bir fobiyi yerleşik kılmış ne yazık ki bizim medyamızda.
- Türkiye değişirken, medya hiç değişmiyor mu?
Elbette umut verici gelişmeler, aksi işaretler de var; lakin Türk toplumu çok büyük bir değişim ve dönüşüm yaşamasına rağmen, hâkim medyanın bu değişimin dışında, sadece kabuğuna çekildiğini düşünüyorum. Ve ilk uygun ortamda tekrar eski huylarına geri dönebiliyorlar. Ne yazık ki bu böyle.
- Bir gazeteci olarak bazı meslektaşlarınızdan umudunuzu yitirmiş görüyorum sizi!
Umudumu yitirdim demeyelim, elbette medya da değişecektir; ama bunun için sanırım bir jenerasyon değişimi gerekiyor. Şu anda medyayı elinde bulunduran jenerasyonun hissettiği alerjik reaksiyon değişmeyecektir. Sakinleşebilirler, durabilirler ama değişmezler gibime geliyor. Bir tür can çıkar, huy çıkmaz durumu. Belki yeni kuşaklar, geçmişin bu utanç yapısını ve yapılaşmasını çöpe atabilir. Bu anlamda ümitvar olduğumu da söylemem lazım ki, yeni gazeteci neslinin önünün açılmasına katkımız olsun.
- Son dönemde malum medyada bir 'cemaat' paranoyası gözlemliyoruz. Buna bakışınız nedir?
Bu da yeni bir şey değil aslında. Esasen problemin adını doğru koymak lazım, o da 'İslamofobi'... İnanca, dinî değerlere ait ne varsa hepsine dün 'irtica' diye saldırıyorlardı, bugün 'cemaat' diye saldırıyorlar. Sadece hedefin ismini ve kelimelerini değiştirdiler; saldırının türü, ahlaki yapısı ve hatta taktikleri bile aynı. Ve elbette saldıranlar da. Dün, dindarlara 'mürteci' diye saldırıp yargısız infaz yapmaya çalışanlar, bugün 'cemaat' diye saldırmayı tercih ediyorlar. Onlara göre, en ufak dinî hassasiyeti olan herkes 'cemaat' diye oluşturmaya çabaladıkları heyulanın içine girer. Hatta bazı zamanlar dinle diyanetle alakası olmayanlar bile bu yapının içine sokulmaya çabalanıyor. Oxford Üniversitesi'ndeki profesörlere bile 'Cemaatçi' diyen sivri zekâlı laikçiler gördü bu ülke.
- Bir nefret söyleminden bahsedebilir miyiz?
Tam da bunu söylemeye çabalıyorum. Esasen bu saldırıyı yapan zihniyetin iç yüzüne baktığımızda şunu görüyoruz; hepsi başka şey mevzubahis olduğunda alabildiğine insancıl, ne bileyim hayvansever, hak ve hukuk gözeten kişiler gibi görünüyor. Ama işin içine inançlı kesim girdiği an, kırmızı görmüş boğaya dönüşebiliyorlar. Biliyorsunuz işte, bidon kafalı oluyor inanan kesim, göbeğini kaşıyor, sahilleri zapt ediyor vesaire. Hayatlarında bir kez bile karşılaşmadıkları örtülü bir hanım için 'ondan nefret ediyorum' diyerek masaları yumruklayabiliyorlar. Nasıl bir öfke ve kin ise bu, tükenmiyor, azalmıyor da. Açıkçası, en çok bunu azaltmaya çabalayanlara şaşırıyorum; zannediyorlar ki kendilerini ifade edebilirlerse, bu organize kin ve nefreti sakinleştirebilecekler!
- Yine de bu kin ve nefreti azaltma çabası değerli bir çaba gibi geliyor bana.
Elbette değerli ama buyurun, bu çabanın karşılığını görüyoruz işte. Fethullah Gülen Hoca Efendi ve onu sevenler, inançlı kesim içinde en hoşgörülü, diyaloğa en açık ve karşılıklı münasebetin faydasına en çok inananlardan oluşuyor. AK Parti ve Gülen'i Bitirme Planı'nı çarşaf çarşaf yayımladı gazeteler. Ceplerinde çakı bile taşımayanları, silahlı örgüt kurmaktan yargılayabilmek için atılmadık takla bırakmadılar.
- Peki, sizin öneriniz nedir?
Açıkçası çözüm için yöntem geliştirmek yerine, kin ve nefret şebekesinin iç yüzünü ortaya koymayı daha faydalı görenlerdenim. Elbette bu kesim ile oturup konuşmayı, kendini ifade etmeyi tercih edenlere saygı duyuyorum; ama kanaatimce mesele bu kadar romantik değil ne yazık ki.
- Romantik değilse nedir peki?
Geri kalan her dramatik türü koyabiliriz buna cevap yerine. Komik, ironik, trajik, ürkütücü ila ahir... Muhatap olduğumuz organizma çok enteresan. Bir sefer, inanca ve inançlı kesime organize olarak saldıranların zekâ düzeyiyle ilgili çok ciddi bir sıkıntı var. Yıllar boyu deneyip kimi zaman tutturdukları bir formülü değiştirme ihtiyacı bile duymuyorlar. Son derece basit bir velveleye verme ile istediklerini alabileceklerini düşünüyorlar.
- Anlaşıldı, bazı meslektaşlarınıza öfkeniz çok fazla! O zaman son kitabınıza gelelim. İsmi neden Vaizi Vurun?
Elbette teşbih var orada. Bilemiyorum belki ciddi anlamda suikast filan planları da olabilir; ama bu kitaptaki muhataplar onlar değil. Tam bir haysiyet ve insanlık cellatlığına soyunanların zihin ve ruh yapısını ortaya çıkarmak için yapılan medya okuması diyebiliriz kitap için. İsmi ise ünlü Fransız yönetmen Francois Truffaut'nun 'Piyanisti Vurun'dan mülhem.
- Vaiz derken, kastettiğiniz birisi mi var?
İsim önemli değil... Esasen bu ülkede yaşayan herkes biliyor ki, bu konuda aklımıza ilk gelen kişi Fethullah Gülen'dir; ama inanın onun ismi de çok önemli değil. Dün Atıf Hoca idi bu isim, Süleyman Efendi idi, Esat Hocaefendi idi. Yarın da başka biri olacak şüphesiz... Hedeftekiler değişken olabiliyor ismen. Ama saldırılan kitle aynı. Ve elbette saldıranlar da...
- Kitabı okuyanlar içinde neler bulacak?
Belirttiğim gibi, kitap en genel ifadeyle bir medya okuması. Medyadan yola çıkarak bahsini ettiğimiz zihniyeti ve arkasındakileri gösterebilmek amacı var. Bunu yaparken kullanılan dil ise mizahi elbette. İçinde yer alan konulara gelince. Bir kere geçmişe, Cumhuriyet'in kuruluş yıllarına bu konu merkezinde yapılan kısa bir yolculuk var. Nefretin kökenine kısa bir seyahat. Sonra dünya üzerindeki İslamofobi'ye genel bir bakış ve günümüz Türkiye'sinde bunun uygulayıcıları örnekleriyle anlatılıyor. 28 Şubat'tan Cumhuriyet Mitingleri'ne, 27 Nisan Bildirisi'nden 12 Eylül Referandumu öncesi ve sonrasında yaşanan tiyatrolara kadar birçok şey var.
- İmamın Ordusu isimli kitap ile ilgili şeyler de var sanırım...
Tam da oraya geliyordum. Haliç'te Yaşayan Simonlar'dan İmamın Ordusu kitabına kadar bazı yayınlar, Oda TV gibi internet siteleri ve kara propagandanın binbir yüzü hakkında da çarpıcı başlıklar, belge, bilgi ve alıntılarla ele alınıyor. Birilerine siparişle yazdırılan kitaplar, medyayı tekrar dizayn etme çabaları, kendileri karanlığa gizlenip vitrine başkalarını sürenler ve suret-i haktan görünüp bu kesimin değirmenine su taşıyanlar var kitapta. Elbette bunlar bölümlerden bazıları. Son kısımda ise Hocaefendi'nin cevapları ve tüm bu olup bitene bakış açısı var tabii ki.