Freitag, 22. Juli 2011

Gülen İslam'ın Özünü Anlatıyor

Gülen İslam'ın Özünü Anlatıyor
Klasik İslam'da olan ama zamanla aşınan çalışma, topluma hizmet, aile, toplum ve cemaate sevgi gibi "hizmet" kavramı içerisinden önerdiği diğer unsurlar biraz geri planda kalmış ve aşınmışlardı. Gülen, bütün bunları tekrar yerli yerine oturtuyor ve ihya ediyor.
Gülen Hareketi üzerine Yunanistan'da yayımlanan ilk kitabın yazarı Dr. Sotiris Livas: İnsanların hizmet vasıtasıyla birbirlerini dinlemeleri çok önemli.
İonio Üniversitesi'nde uluslararası ilişkiler, Türkiye ve Ortadoğu konularında dersler veren Dr. Sotiris Livas, doktorasını "Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan günümüze Ortadoğu ülkeleri ile ilişkileri" konulu tezle tamamladı. Atina Hukuk Fakültesi mezunu olan Livas, üniversite hocalığının yanında Atina'da avukatlık mesleğini de aktif olarak yapıyor. 2003 yılında "Türkiye, İsrail ve Yunanistan" konulu bir kitap tercüme eden Dr. Livas, "İslam, Küreselleşme ve Milliyetçilik: Türkiye ve Dünyada Fethullah Gülen'in Üslubu ve Çalışmaları" adlı eser ile kendi imzasını taşıyan ilk kitabını 2010 yılında yayımladı. Tamamı Gülen Hareketi'ne ayrılmış Yunanistan'da yayımlanan ilk kitap olan çalışma, ülkedeki harekete ilişkin tek Yunanca kaynak olması bakımından sıklıkla referans alınıyor. Gülen Hareketi'ni 7 başlık altında ve 143 sayfada işleyen kitap, zengin bir bibliyografyaya sahip. Yazar, Gülen'in farklı konulardaki görüşleri, Nuriye Akman'a verdiği röportaj ile yayımladığı mesajları Yunancaya tercüme ederek kitabın sonuna 38 sayfalık bir ek yaparak okurun istifadesine sunmuş.
Hasan Hacı: Gülen Hareketi'ne ilginiz ne zaman ve nasıl başladı?
Sotiris Livas: Genel olarak İslam'a ilgi duyuyorum. Din olarak da saygım büyük. Türkiye'ye 1985-86'da ilk defa bir gezi vesilesiyle gittiğimde, Nur cemaatine mensup epey kişiyi tanıma fırsatı bulmuştum. Daha sonra doktoramı yaparken Türkiye'deki İslam ile daha yakından ilgilenme imkânı buldum. Bu şekilde Fethullah Gülen'in varlığını öğrendim. Zaten İslam'ın Türkiye'de ve Ortadoğu'daki gelişmesini takip ediyordum. Özellikle Müslüman entelektüellerin, Batı tarzı demokrasilerde İslam ve demokrasinin nasıl uyum içerisinde yaşayabileceğine dair cevaplarına yoğunlaştım. Gülen, bu konuda oldukça fazla özel ve belli cevaplar veriyor. Öte yandan bu hareketin Türkiye için anlamının ne olabileceği de ilgi alanıma girdi. Genel olarak İslam için bu hareket ne anlam ifade eder? Dinler arası diyalog gibi konuları da içerdiği için dinler adına bu gelişme ne ifade eder? Son olarak ülkem Yunanistan için ne anlam ifade eder? Bu sorular üzerine yoğunlaştım.
Hasan Hacı: Yunanistan'da bu sorulara cevap mahiyetinde olan Gülen Hareketi'ne ilişkin ilk kitap çalışmasına böylece imza atmış oldunuz...
Sotiris Livas: Yaptığım araştırma için çok fazla kitap okudum. Kendimi genel olarak Atatürk dönemi ve sonrası ile Osmanlı İmparatorluğu İslam'ının gelişim süreci ile geçirdiği aşamalara ilişkin oldukça fazla bilgiye sahip biri olarak tanımlayabilirim. Bu süreçlerdeki İslam'ın varlığı ile Türkiye'deki durumu beni çok ilgilendiriyor. Zannediyorum Fethullah Gülen gibi bir insanın ve oluşturduğu sistemin, Müslüman dünyasına ait başka bir ülkede ortaya çıkması mümkün değildi. Türkiye'de ortaya çıkması zorunluydu diyebilirim. Türk tipi İslam'ın belli karekteristik unsurları var çünkü.
Hasan Hacı: Gülen'i sevenler kendilerini Hizmet Hareketi ya da Gönüllüler Hareketi olarak tanımlıyorlar. Batı'da sizin de kitabınızda kullandığınız 'Gülen Hareketi' tabiri çoğunlukla tercih ediliyor...
Sotiris Livas: Bu hareketi bir kelime ile ifade etmek mümkün değil. Örneğin ne hareket ne de örgüt. Çok sıkı bir hiyerarşi yok. "Hizmet" kavramı çok özlü ve önemli bir kavram. Batı'da bir kelime ile ifade tercih ediliyor. "Hizmet" demek Batı için tam anlaşılır olmuyor. Yapacağımız tanımlama da daha çok bizim (Batı'nın) adlandırmamızı çağrıştırmalı. Onun için Amerika ve Avrupa'da belli bazı isimlendirmeler var. Ama tam anlamıyla Gülen Hareketi'ni bütün yönleriyle ifade edemiyor. Onun için benim kitabımda da farklı isimlendirmeler kullanılıyor.
Hasan Hacı: Gülen'in çok farklı ve çok yönlü bir kişi olduğuna dair görüşlerinizi kitabınızın ilk bölümünde dile getiriyorsunuz. Bu konuda neler söylersiniz?
Sotiris Livas: Her şeyden önce genel olarak İslam'a, Hıristiyanlığa ve Avrupa felsefesi ile düşüncesine dair çok derin bilgiye sahip. Onun için hem Avrupa'da hem de Amerika'da önerdiği İslam'ın kabul görmesine imkân verecek bilgiler kullanabiliyor. Kitabımda da Max Weber ve Kant ile ilişkisine atıf yapıyorum. Klasik İslam'da olan ama zamanla aşınan çalışma, topluma hizmet, aile, toplum ve cemaate sevgi gibi "hizmet" kavramı içerisinden önerdiği diğer unsurlar biraz geri planda kalmış ve aşınmışlardı. Gülen, bütün bunları tekrar yerli yerine oturtuyor ve ihya ediyor. Ortaya koyduğu İslam şekli, özüne uygun olarak barışçıl ve uyumlu. Bin Laden ve El Kaide'de ortaya çıkan aşırılıklarla ilgisi olmayan, doğru ve kabul edilebilir bir İslam'ı öne çıkarıyor. Batı için konuşulabilecek bir İslam anlayışı çok önemli.
Hasan Hacı: Gülen'i sevenler tarafından açılan kurumların başarısından bahsediyorsunuz. Sizce bu başarıyı getiren unsurlar nelerdir?
Sotiris Livas: Birkaç ülke hariç ben tam anlamıyla başarılı olduklarını düşünüyorum. Hem de sadece Türkiye bağlamında değil, özellikle Orta Asya, Ortadoğu ve Afrika gibi üst düzey kaliteli eğitimin verilemediği ülkelerde. Ana ilkeler çerçevesinde üst düzey kaliteli eğitimde ısrar etmek. Kaliteli eğitimin verilmesi zor olan ülkelerde Gülen işte bunu başardı. Topluma hizmette ısrar etmek ve ahlâki anlayışın herhangi bir dinle ilişkilendirilmeden verilmesi de çok önemliydi. Evet özellikle de eğitim alanında çok başarılı olduklarını düşünüyorum.
Dinler arası diyalog çalışmalarının ise eğitim kadar başarılı olduğunu düşünmüyorum. Ama bu sadece Gülen'den değil, daha başka nedenlerden kaynaklanıyor.
Hasan Hacı: Dünya barışına Gülen Hareketi'nin bir katkı yaptığını düşünüyor musunuz?
Sotiris Livas: İnsanların birbiriyle savaştığı bir ortamda dünya barışı o kadar çok boyutlu bir konu ki, Gülen Hareketi'nin özellikle eğitim vasıtasıyla korkuların giderilmesi, birbirini anlama, diyalog, hoşgörü konularına ağırlık vermesi çok önemli. Bu yolun izlenmesi muhakkak barışın geleceği anlamına gelmiyor. Dediğim gibi, insanların savaşmasına sebep olan o kadar çok farklı etmen var ki gerçek olan insanların Gülen vasıtasıyla diğerlerini dinlemelerinin önemli olduğunu düşünüyorum.
Hasan Hacı: Yunan medyasında Gülen Hareketi'ni anlamaya yönelik çok sayıda haber yayımlandı. Son dönemde ise birkaç olumsuz makale dikkat çekti. Dünya genelinde Gülen Hareketi'ne yönelik bir karalama kampanyası mı başlatılmak isteniyor?
Sotiris Livas: Bunların bir kısmı olağanüstü başarılı olmuş harekete karşı genel bir korkudan kaynaklanıyor. Biz Yunanlılar için ise her zaman Türkiye ve İslam ile olan ilişki meselesi var. Geçmişte çok defa Gülen'in takiyye yaptığı söylenmişti. Biz Yunanlılar ve Türkler, her zaman komplo teorilerinin yapıldığı bir bölgede yaşıyoruz. Komplo teorileri, adeta gerçekliğimizin bir yanını oluşturuyor. Bazılarının iddiası olan takiyye yöntemini kullandığına dair söylentiler üzerine birileri hiç kimse tam olarak bu insanın aklında ne olduğunu bilemeyebiliyor diye düşünebilir. Onun için yeni halife olacak gibi bütün bu tanımlamaların -bana göre o zamanki tarihî ortam başka, şimdiki ortam başka olduğu için böyle bir şey mümkün değil- gerçekle alâkası yok.

Yetkililer de Gülen kadar cesur olmalı

Hasan Hacı: Gülen, daha 1990'lı yıllarda Heybeliada Ruhban Okulu'nun açılması gerektiğini kamuoyu önünde ilk dillendirenler arasında yer almıştı. Yaklaşık 20 yıl sonra bile bu konu henüz aşılamadı. Görüşünüz nedir?
Sotiris Livas: Gülen, her zaman korkusuz konuşuyordu. Bu, onun en önemli karakteristik özelliklerinden bir tanesi. Herhangi bir korkusu ya da korku sendromu yok. Siperlerde korunmuyor. Biz ve onlar, biz ve diğerleri sendromu yok. Korku oluşturmaya hiçbir zaman çalışmadı. Tam tersine, insan korkularını yenmeli anlayışına sahipti. Bence başarısının en önemli unsuru buydu. Korkusuz bir insan. Herhangi bir şeyden korkmanıza gerek yok, diyordu. Hepimiz buradayız. Hepimiz ilerlemeye çalışıyoruz. Tam da bu bakımdan Heybeliada konusunda da korkusuzca hareket etti. Aşırılıktan uzaktı. "Heybeliada Ruhban Okulu'nu kapalı tutmamızın bir nedeni yok. Açalım." dedi. Buna karşılık Yunan dinî liderleri ve Yunan siyasileri olarak biz de benzer korku sendromlarından uzak şekilde hareket etmeliyiz. Biz de aynı şekilde böyle bir örneği izlemeliyiz. Türklerden, Yunanlılardan, Batı'dan korkma sendromuna göre hareket etmemeliyiz.
Hasan Hacı: Yunanistan'da Gülen'i seven girişimciler tarafından kolej açılması yönünde yapılabilecek başvurulara karşı, Yunan makamlarının dikkatini çeken haber ve yorumlar çıktı. Size göre bu korku neden kaynaklanıyor?
Sotiris Livas: Vasilis Markezinis makalesinde hareketin açık 'eğitim modeli'ni önerdiğini söylüyor. Ama her şeyden önce ülkeye sevgi çerçevesinde. Ülkeye sevgi kötü bir şey değil. Tam tersine ülkeye sevgi, çok önemli bir özellik. Maalesef bunu unutmuşuz. Gülen oradan başlıyor. Ben ülkemi seviyorum. İslam'ı seviyorum. İnsanımı seviyorum. Bir şeyden korkmama gerek yok. Vatanım olan Türkiye'yi seviyorum.
Birincisi, Türkiye ve Yunanistan'ın geçmişi ile günümüzde çözümlenmemiş bazı sorunları var. Bu siyasî konular, politikacıların işi. İkincisi ise kötümserlik, güvensizlik, düşmanlık ve korku dolu bir geçmişleri var. Gülen bu ikincisine ağırlık veriyor. Bunu konuşabiliriz, değerlendirebiliriz diyor. Bunu çok net ele alırsak sorun olmaktan tamamen çıkabilir. Bir daha da bizi meşgul etmez. Ama o zamana kadar biraz daha dikkatli olmakta fayda var. Gülen, Türkiye'ye sevgi ile başlıyor. Benzer biçimde biz de Yunanistan'a sevgi ile hareket etmeliyiz. Korkularımızın üstesinden gelmek için de Türkiye ve Yunanistan olarak mevcut sorunlarımız konusunda ileri adımlar atmak zorundayız.
Hasan Hacı: Siz Yunanistan'da kolej açılmasını ister misiniz? Buna izin verilse herhangi bir sorun yaşanır mı?
Sotiris Livas: Ben Yunanistan'da sorunların yaşanacağını düşünmüyorum. İkincisi de böyle bir şeyden kaçınmak istesek bile yakın dönemde böyle bir şeyden kaçınmak mümkün olmayacak. Çünkü eğitim serbestisi var. Üçüncüsü ise Sayın Gülen, tabii ki oluşturduğu sistemin bütününü kontrol etmiyor. Hem Gülen hem de onun yanında ve altındaki insanlar çok zeki. Yunanistan'da açıkça milliyetçi propaganda yapılmasına kesin olarak izin vermezlerdi. Ben, her zaman yasal ve kanuni bir çerçevesi olmak kaydıyla Yunanistan'da kolej açılmasına olumsuz yaklaşmıyorum.
Zaman

Donnerstag, 21. Juli 2011

Vatan Size Hasret

Vatan Size HasretFethullah Gülen başta olmak üzere birçok kişi, adı konulmamış bir sürgün yaşıyor. Türkiye, sürgündeki değerlerinin, Esat Coşan, ve Ahmet Kaya gibi vatana hasret vefat etmesini istemiyor. Kemal Burkay dönüyor, ya diğerleri...
'Hadi Gülümse'yin
Hadi gülümseyin. Vakti geldi geri dönüşlerin. Kişi evine davet edilmez; ama davet var size. Çıkmak zorunda kaldığınız memleketinizin kapıları ardına kadar açıldı. Gülümseyin ve düşünmeyin geçmişte olanları. Düşünmeyin ki; o kirli geçmiş unutulup gitsin. Korkmayın, 'unutursak geçmiş tekrar geri gelebilir' diye. Alnınızdaki çizgilerden yol haritasını belirleyen bir gençlik var, artık. Bilin ki, size minnettar olduğunu düşünen bir gençlik bu. Sizi ibretle seyredeceklerdir ve alnınızdaki her bir çizgiden ayrı ayrı sonuçlar çıkaracaklardır. Bakın o gençlerden olan Muhsin Kızılkaya da ilk anda adını hatırladıklarına sesleniyor: Ahmet Kahraman, Serhat Bucak, Günay Aslan, Yaşar Kaya ve ismini şu an hatırlayamadıklarım, artık gurbette kalmanızı gerektiren bir durum kalmadı. Sizleri yanımızda görmek istiyoruz.
Kara kış bahara gebedir. Siz kışı yaşadınız. Ve sonraki neslinize baharı getirdiniz. O nesil biliyor ki bugün filizlenen çiçeklerin tohumunu sizler ektiniz. Yaşadığınız keder yeter size. Bağrınızda büyüttüğünüz baharı yaşama zamanıdır. Yıllardır burnunuzda buram buram tüten o güzel kokulu çiçekler açan memleketinize gülümseyin. Çünkü, Kemal Burkay; artık, hiçbir şehir sana küskün değil. Eğer dönmezsen 'yoksa biz nasıl yenileniriz.' Ki 30 Temmuz'da Türkiye'deyim demişsin. Dönüşün bir çığlık olsun, uzaklarda yankılansın. Duyan bigâne kalmasın. Gülümsesin.
Fethullah Gülen Hocaefendi; senin memleketini ne kadar çok sevdiğini biliyoruz. Vatanın her köşesinde topladığın toprakları her gün hasretle kokladığını, içinde Türkiye geçen bütün cümlelerde göz pınarlarının dolduğunu biliyoruz. Hasretini çektiğin bir 'gül devri' var, bunu da biliyoruz. Türkiye sevdanı Türkçe'ye yükledin, dünyanın çocuklarına söylettin. Asrın çilekeşi ne demişti. "Biz acele ettik, kışta geldik. Siz cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz." Sanırım, o büyüğün bahsettiği zaman bu. Sen dön artık, karşında durursa 'alem sıkılsın.'
Yurt dışında yaşamak zorunda bırakıldığınızı biliyoruz ve sizi anlıyoruz. Durumunuzu Emekli Amirallerden Atilla Kıyat'ın bir cümlesi çok güzel özetliyor: "İdam edilmeden önce eğer Deniz Gezmiş'e 'Seni idam etmeyeceğiz; ama 6 sene sonra bir darbe olacak ve seni Mamak Cezaevi'ne kapatacağız. Orada korkunç işkenceler göreceksin.' denilmiş olsaydı, Deniz gezmiş 'beni idam edin' diyecekti." Bir asker eğer bunu diyebiliyorsa yurt dışında yaşamayı seçmenize kim ne diyebilir ki?
Yaşadıklarınızı, en iyi bilenlerden, Ali Bulaç da, artık yasal hiçbir engelin kalmadığını dile getiriyor. Bu çerçevede Kemal Burkay'a yapılan çağrının aynısının, Selehattin Eş'e de yapılmasını istiyor. Bununla birlikte Bulaç, küçük bir kaygısını dile getirmeyi de ihmal etmiyor. "Siyasi ortam yumuşamış olabilir fakat, bu yapılanların yeni bir anayasayla teminat altına alınması gerekiyor. Aksi takdirde 1980 anayasasına uygun olarak yapılmış olan kanunlara güven olamaz."
'Bu davet bizim'
Gülümseyin. Belki gülümsemeniz bu günleri göremeyenlere de, rahmet olur, yağar üstlerine. Bu gençlik onları da unutmuyor bilin. Çünkü; yaratılanı Yaradan'dan ötürü seviyor. Mahmud Esad Coşan ki, milyonlarca insan iki dudağı arasında dökülecekleri hasretle bekliyordu. 28 Şubat döneminde hakkında 312. Madde'den açılan davadan dolayı Avustralya'ya göç etmek zorunda kaldı. Ancak burada da konferans, sohbet, yayın ve çeşitli kurumsal faaliyetlerle yoğun bir şekilde eğitim çalışmalarını sürdürdü. Geçirdiği bir trafik kazası sonucu memleket hasretini de yanına alıp ebediyete intikal etti. 2000'li yılların Türkiyesi'nde yaşayanlar, Yılmaz Güney'i, Ahmet Kaya'yı da buruk bir hasretle hatırlayacak. Attığı manşetlerle onları memleketlerinin dışında hayatlarını geçirmek zorunda bırakanları da unutmayacak. Ahmet Kaya, şöyle demişti. "Üşüyorum. Üşümem, soğuktan değil vatansız kalmaktan." Bilin ki, bu gençlik, memleketinizden ayrı düşmenizden dolayı üşümenize tahammül edecek bir gençlik değil.
Nazım Hikmet memleket özlemini 'Sen şimdi yalnız saçımın akında, enfarktında yüreğimin, alnımın çizgilerindesin memleketim,' şeklindeki dizelerle haykırdı. Yine onun cümleleriyle sesleniyoruz size: Kapansın el kapıları bir daha açılmasın, yok edin insanın insana kulluğunu, Bu davet bizim!
Türkiye özlemimizdir
1980 askeri darbesi sonrasında Kemal Burkay ve Yılmaz Güney başta olmak üzere 30 bin kişi ''siyasi mülteci'' olarak yurtdışına gitmişti. Fethullah Gülen, Mahmud Esad Coşan, Merve Kavakçı, Ahmet Kaya, birlikte birçok kişi de 28 Şubat'ın siyasi ortamından dolayı yurtdışında yaşamayı seçmek zorunda kaldı. Yurtdışında yaşayan bazı isimler bir gazeteye verdikleri demeçte Türkiye'ye dönmek istediklerini fakat siyasi zemine güvenmedikleri için dönemediklerini söylemişlerdi.
Yaşar Kaya (Siyasetçi, Irak'ta yaşıyor) Türkiye'ye dönmeyi çok arzu ediyorum tabii ki. Sürgün bir hayatın açık hava hapishanesinden farkı yok. Kimseden af dilemiyorum. Kimseden medet de ummuyorum. Çünkü suçlu değilim. Suç işleyenler Ergenekoncular, JİTEM'ciler ve son dönemde faili meçhulleri zamana yayanlardır. Türkiye, benim özlemimdir. Türk ve Kürt halkının ortak vatanıdır.
Kemal Burkay (Siyasetçi, İsveç'te yaşıyor) Bizim durumumuzdaki insanların ülkeye dönüşü, genel olarak ortamın yumuşaması için uygun bir yasal zemin oluşturulmalı, siyasetin ve özgür düşüncenin önü açılmalıdır. Bu talep, süregelen 12 Eylül hukukuyla sağlanamaz.
Vildan Tanrıkulu (Yazar, Almanya'da yaşıyor) 30 yıl önce bıraktığım köyüme hiçbir kaygı duymadan dönmek istiyorum. AK Parti'nin başlattığı demokratik açılımı değerli görüyorum ve bu süreç umit var olmamızı sağlıyor. Kürt aydınları kültürle ve sosyal alanda büyük birikimle Türkiye'ye döneceklerdir. Bu da süreci hızlandırır. Barışın olduğu kadar AK Parti'nin de elini kuvvetlendirir.
Yılmaz Çamlıbel (yazar, Almanya'da yaşıyor) Burada ne kadar rahat olsak bile insan yine de kendi ülkesinde olmayı istiyor. Ülkemin havasına, suyuna, toprağına, taşına, her şeyine hasretim. Uzakta olsam da kalbim hep orada. Tutuklanma kararı kaldırılmadan dönmem zor olur. 75 yaşından sonra hapis hayatı yaşamaya tahammül edemem.
Şükrü Gülmüş (Yazar, İsveç'te yaşıyor) Yazdıkları ya da söylediklerinden dolayı bu insanlar suçlanıyor. Hükümetlerin yapabilecekleri bir yere kadardır. AK Parti yapabileceğini yapıyor. Dönüşler için de yasal bir düzenleme yapabilir.
İlk siyasi sığınmacı Cem Sultan
Tarihe baktığımızda göze çarpan siyasi sığınmacılardan ilki Fatih Sultan Mehmet'in oğlu Cem Sultan'dı. "II. Beyazıt'la giriştiği taht mücadelesini kaybettikten sonra Cem Sultan, Rodos Şövalyeleri'ne sığındı.
'Jön Türkler' ya da "Genç Osmanlılar" ( Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavi, Agah Efendi gibi yazar ve gazeteciler) hemen tüm çalışmalarını, tartışmalarını ve ayrılıklarını yurtdışında özellikle de Fransa'da gerçekleştirdi.
Son padişah Vahdettin 17 Kasım 1922 sabahı, bir İngiliz zırhlısı ile Malta'ya göçtü.
Son Halife Abdülmecit ise, 3 Mart 1924'te halifeliğin kaldırılmasından sonra Fransa'ya.
Cumhuriyet döneminde Sabahattin Ali, Bulgaristan'a kaçmaya karar verdi. Kaçış sırasında para karşılığı anlaştığı Ali Ertekin adlı kaçakçı tarafından Bulgaristan sınırında şaibeli bir şekilde öldürüldü.
Nazım Hikmet 1950 yılında bir af yasasıyla salıverildikten sonra öldürüleceği yolundaki duyumları üzerine 17 Haziran 1951'de Moskova'ya gitti. Türk vatandaşlığından çıkarılmasından 58, ölümünden 46 yıl sonra ise şaire Türk vatandaşlığı tekrar iade edildi. 1981 yılında Yılmaz Güney Fransa'ya gitti 1984'te Paris'te hayatını kaybetti. Masis Kürkçügil, 1980 sonrası Fransa'ya kaçtı.
Türkiye'ye sığınanlar da var
Osmanlı'ya da sığınan birçok sığınmacı var. Örneğin İsveç Kralı Demirbaş Şarl, Orta Macar Kralı Tökeli İmre Osmanlı'ya sığınmıştı.
Yahudiler, 1500'lü yıllarda İspanya'da soykırıma tabi tutuldukları için Osmanlıdan (2. Beyazit dönemi, Saltanatı 1481- 1512) sığınma istemiş ve Osmanlının bunu kabul etmesi sonucu bu topraklara yerleşmişlerdir. Stalin, İstanbul'a, Ayettullah Humeyni, Türkiye ve Fransa'ya kaçmış veya mecburi iskana tabi tutulmuşlardır.
Batıdan gelen bu sığınmacıların dışında doğudan gelmiş olanlar da var. İran'daki Şirvanşahlar'ın prensleri 16'ıncı yüzyılda Osmanlı'ya sığındılar. Buna karşılık, Kanuni Sultan Süleyman'ın oğlu Beyazıt, babasının sağlığında II. Selim ile yaptığı mücadeleyi kaybettikten sonra İran'a sığındı.
Refah Partisi eski Milletvekili Şevki Yılmaz: Selehattin Eş'in hicreti bitsin
7 yıllık hicret yaşadım. Eş, dost ve vatan hasretinin ne olduğunu bizzat yaşayarak öğrenen bir kardeşinizim. Yurtlarından sürgün edilme olayları bizle başlamadı. Zalim ve despot yönetimlerin, köleleri uyandırmaya çalışan insanlara uyguladığı metotlardan biridir.
Artık özgürlük ortamı oluşuyor. İnsanlar kendi yurtlarına dönüyorlar. 100 senedir maalesef içimizdeki elit takımı, çoğunluğa tahakküm ederek, ülkenin yeraltı ve yerüstü zenginliklerini bir avuç mutlu azınlığı peşkeş çekmek suretiyle saltanatını sürdürmeye devam eden bu Ergenekon çetesi, halkın uyanışıyla artık iktidarlarını kaybettiler. Çünkü bu bir halk hareketidir. Bizim şeref tacı suçumuz tribünde maç seyreden yığınları sahaya indirmekti. Çalışmalarımız meyvelerini vermeye başlamıştır. Bir çiftçinin mutluluğunu yaşıyorum adeta. Bu gelinen noktada çakıl taşı olabildiysek Allah'a hamd olsun.
Benim hicretim de biraz daha uzayacaktı ama babamın cenazesine iştirak edemedim. Arkasından annem hastalanınca yurtdışından gelmeye mecbur oldum. Gelmeyen arkadaşlar bazı taşların yerli yerine oturmasını bekliyorlar. Ünümüzdeki yıl içerisinde ümit ederim ki yurt dışında olan tüm kardeşlerim dönerler.
Selahattin Eş kardeşim var. Hepimizden daha çok bu çileyi çekti. İran'da uzun yıllar kaldı. Sonra Almanya'ya gitti. Bir karıncayı bile incitmemiştir. Şu anda vatansız gözüküyor. 30 yılı aşkın süredir hicrettedir. Selahattin Bey'in gelmesi için medya bir kampanya yapmalıdır. Fethullah Gülen'in suçu nedir? Eğitim ve aydınlatma faaliyetinden başka ne yapıyor. Hükümetin bu konuda daha fazla çaba göstermelidir. Kimse dışarıda kalmamalıdır. Türkiye emniyetteki kayıtlarını da göz önünde bulundurarak tamamen temize çıkartacak bir ortam hazırlamalıdır. Kalemi suç saymak bir ülke için büyük ayıptır.
Dağdaki eşkıya silahı bırakırsa pişmanlık yasası çıkarıyorsunuz. MHP çıkarttı. Bu hükümet de MHP'nin çıkarttığı yasayı uygulamak istedi. Dolayısıyla eşkıyaya bunu yapıyorsun da neden karınca ezmemiş, sadece kalemiyle, düşüncesiyle var olmuş insanlara bunu yapmıyorsun. Batılılar bu insanlardan istifade ediyorlar, ülkemiz neden istifade etmesin.
Kürt aydın Muhsin Kızılkaya: Şivan Perwer de dönebilir ama...
Kemal Burkay'ın davet edilmesi çok olumlu bir durum. Artık ortam çok müsait, herkes dönebilir. Şivan Perwer de dönebilir ama onun daha farklı hassasiyetleri var. Konserleri ile geçinen bir insan. Döndüğünde konser verebileceği bir ortam oluşur mu, bilinmez. Bunun dışında Fethullah Gülen içinde ortam müsait ama kendilerinin ayrı hassasiyetleri var. Türkiye'ye döndüğünde laiklik tartışmaları tekrar başlar mı başlamaz mı o da bilinmez. Tabii hükümetin daha sağlam güvenceler vermesi gerekir bu konu yasalarla güvence altına alınması gerekir.
1980 ortamından kaçıp kısa bir süre sonra gelenler oldu. Bu durum, kimilerine göre farklı yorumlanabilir fakat erken dönemde gelenler, siyasetten erken elini ayağını çekenlerdi. Kalanlar da aktif siyaseti orda sürdüren insanlardı.
Yurt dışına çıkanlar eğer kalsalardı değişik travmalara muruz kalacaklardı. En azından gidip, işkenceden kurtuldular. Tabii ki sürgün de çok acı bir deneyimdir. Diyarbakır cezaevi'nde neler yaşandığını hepimiz biliyoruz. Ben emekli amiral Atilla Kiyat'la bir röportaj yapmıştım. Orda şunu şöylemişti: Eğer Deniz Gezmiş idam edilmeden önce ona 'Seni idam etmeyeceğiz; ama 6 sene sonra bir darbe olacak ve seni Mamak Cezaevi'ne kapatacağız. Orada korkunç işkenceler göreceksin' demiş olsalardı, Deniz gezmiş 'beni idam edin' diyecekti. Bunu bir askerin söylemesi, 12 Eylül'ün ne kadar korkunç olduğunu gözler önüne seriyor. Yurt dışında kalmak onlara katkı da sağladı. Mesela bir kısmı yabancı diller öğrendiler. Dünyaya daha geniş bir perspektiften bakmayı öğrendiler. Yurt içinde kalanlar daha agresif oldular. Daha intikamcı bir şekilde hareket ettiler.
Yurt dışında olup da dönmesini istediğim kişiler: Ahmet Kahraman, Serhat Bucak, Günay Aslan Yaşar Kaya. Sayarsam, 30-40 kişinin adını sayarım ama aklıma ilk gelenler bunlar.
Bunların haklarında vakti zamanında DGM (Devlet Güvenlik Mahkemeleri)'de 10 yıllara varan davalar açıldı. Bunların hiçbiri şiddete başvurmuş insanlar değildi. Yazı yazmışlar fikirlerini açıklamışlar. O nedenle haklarında ağır cezalarda davalar açılmış. Bazılarının davalara hala sürüyor.
Gazeteci-Yazar Ali Bulaç: Fethullah Gülen temkinli davranıyor
Bu Türkiye'nin rahatlaması için önemli bir gelişme. Çünkü Kemal Burkay, Kürt milliyetçi hareketinin önemli liderlerinden birisi. Yaklaşık 30 yıldır yurt dışında mecburen bulunmaktadır. Artık düşüncenin özgürce açıklanması noktasında önemli adımlar atılıyor. Bu bir rahatlama getiriyor. Bu rahatlama çerçevesinde diğer siyasi yasaklıların da önü açılıyor. Bu açıdan Kemal Burkay'ın dönüşünü son derece olumlu buluyorum. Ben aynı şeyin Selehattin Eş için de yapılmasını isterim. Sağ-sol, İslami kesim ayrımı yapmaksızın siyasi görüşünden dolayı Türkiye'yi terk etmek zorunda kalanların kendi ülkelerine dönmeleri gerektiğini düşünüyorum.
Fethullah Gülen Hocaefendi hakkında, onun dönüşünü engelleyen her hangi bir hukuki durum yok. Muhtemelen o, siyasi havanın biraz daha yumuşamasını bekliyor. Bir yemin krizinden daha yeni çıkıyoruz. Çıkmış da sayılmayız. Daha geride BDP var. Ama bunu kendi takdirine bırakmak lazım geliyor. Uygun bir zamanda zannedersem Türkiye'ye dönecektir.
Türkiye'nin 12 Eylül ve 28 Şubat sürecinden tamamen çıkması lazım. Bu durum ancak yeni sivil bir anayasa ile mümkündür. Yeni bir anayasa olursa bütün engeller ortadan kalkar. Şu anda insanlar geliyor ama çok da kendilerini öyle bir güvencede hissetmiyorlar. Mahkemeler isterse onların haklarında yeni davalar açabilir. İşte 'Sen 6 ay önce Almanya'da şöyle bir konuşma yapmıştın.' diyebilir. Yeni anayasaya bağlı olarak eski kanunların da değişmesi gerekiyor. Çünkü yürürlükte olan kanunların yüzde 80'i 12 Eylül anayasasına bağlı olarak yapılan kanunlardır. Eğer yeni anayasa yapılırsa, hukuki bütün engeller kalkar. Bir güven ortamı oluşur. Herkes gönül rahatlığıyla kendi ülkesine döner.

Gercek Hayat

Türk Okulları Bizim Yurt Dışındaki Limanlarımız

Türk Okulları Bizim Yurt Dışındaki Limanlarımızİstanbul İhracatçılar Birliği Başkanı Zekeriya Mete, "Türk okullarının en büyük destekleri olduğunu ve Türk işadamlarının yurt dışında sığındığı limanlar olduğunu" ifade etti.
İhracatçılar Birliği Başkanı Zekeriya Mete'nin Haber 7 Ekonomi Editörü Hakan Göksel'e Türk okullarıyla ilgili yaptığı açıklama şöyle:
Türk Okulları En Büyük Desteğimiz
Türk okullarımızın çok büyük desteği var. Her geçen gün kendini daha çok hissettiriyor. Bunu söylemeden geçemeyeceğim. Geçen hafta ödül törenimiz vardı. Türk okullarına, olimpiyatlara ödül verdik.
Tabi bunu anlamak için 50 sene 100 seneyi görmek lazım. Bizler gidip Türk malına ve Türklüğe olan ilgi ve alakayı oralarda görüyoruz. Bunlar bir şeyleri yapmakla oluyor. Oralarda Türk bayrağını dalgalandıran okullarımız var. Gerçek bir Türk imajı diyorum onlar için. Hani 'dünya çapında markamız yok' diyoruz ama bence okullar gerçekten dünyada bir Türk markası.
Bir Batılıya her ürünü yaptırma şansınız yok. Bir ürün istediğiniz zaman Batılı şirket aylarca bekletebiliyor. Ama bir Türk çok pratik zekası ile çabuk karar verip kaliteli ürünü üretebiliyor. Bu bağlamda sizin söylediğiniz sorunun cevabı da bu olsa gerek. O yüzden de başarı arkasından geliyor.
Okul vurgusunu sık yapmanızdan anlıyorum ki sadece eğitim ya da kültür değil aynı zamanda ticaret elçileri...
Onlar bizim yurtdışındaki limanlarımız diyorum. Türk ihracatçısının, Türk işadamının sığındığı limanlar.
Türk okullarını hep söylüyoruz, bu limanlar gerçek limanlar. Geçenlerde yine bir kanalda Tanzanya eski Cumhurbaşkanı konuşma yapıyor, 85 yaşında beyefendi. Oğlu Türk okullarında okumuş şimdi Tanzanya'nın Milli Savunma Bakanı olduğunu söylüyordu.
Düşünün Türk okullarında okumuş Türkiye'ye gelmiş Türk kültürünü bilen, Türk dostları olan, arkadaşları olan... Bunları söylerken tüylerim diken diken oluyor. Çünkü bu bir duygu seli! Bunu yaşamak, görmek, hissetmek lazım...
Çünkü bu işi yapan öğretmenlerimizin hangi özveriyle yaptığını biliyorum, hangi fedakârlıklarla yaptığını biliyorum. Çocuklarını alıp Afrika'da zencilerle beraber arkadaşlık yaptırdığında oradaki zenci diyor ki 'bu nasıl beyaz?' diyor. 'Böyle bir beyaz olamaz. Evladı benim evladımla arkadaşlık yapıyor. Adam benimle oturup aynı sofrada yemek yiyor. Bu farklı bir beyaz' diyor.
Dolayısıyla bu Türk milletinin cana yakınlığı, sıcaklığı, samimiyeti, dostluğu Türk okullarının da başarısını ortaya çıkartıyor. Bu okulların ayakta kalması, büyümesi için kimin emeği geçiyorsa Allah razı olsun diyoruz onlara.

Türk Koleji Mezunu Ferrari Tasarladı

Türk Koleji Mezunu Ferrari Tasarladı

D
ünyanın 50 farklı tasarım okulundan öğrenciler, geleceğin Ferrari'sini tasarladı.
Güney Koreli öğrencilerin birinci olduğu yarışmada, Gence Türk Koleji mezunu Samir Sadıkhov ikinci oldu. Ferrari'nin Modena şehrindeki yarışmada tasarımcılar, öncelikle iki boyutlu çizimler hazırladı. Alias programı ile üç boyutlu hale getirilen projede Seul Hongik Üniversitesi ekibi birinci oldu. Torino'daki Avrupa Tasarım Üniversitesi'nden mezun olan Azeri Samir Sadıkhov ise 'Xezri' (rüzgar) konseptiyle ikinciliği elde etti.
Ödülünü Ferrari Tasarım Direktörü Flavio Manzoni'nin elinden alan Samir Sadıkhov, "Dünya genelinde yarışmaya katılan 900 projeden ilk 20'ye kalmak benim için gurur verici. Finalde ikincilik ödülünü kazanmak ayrı bir gurur kaynağı. Hayallerimi gerçekleştirmek önemli bir başarı." ifadelerini kullandı. Ferrari'den iş teklifi alan Samir Sadıkhov, ağustos ayından itibaren Ferrari'de tasarımcı olarak çalışacağını söyledi. Azerbaycan'daki Gence Türk Lisesi'nden 2007'de mezun olan Samir Sadıkhov, Torino'daki Avrupa Tasarım Enstitüsü'ne 2009'da kayıt yaptırdı. Üç yılık enstitüyü başarılı tasarımları sayesinde iki yılda bitiren Sadıkhov Ferrari'nin en genç tasarımcısı olacak. Dünya Ferrari Tasarım Yarışması'na katılan Ferrari CEO'su Luca di Montezemolo'nun yanı sıra Ferrari'nin İspanyol pilotu Fernando Alonso da Samir Sadıkhov'u tasarımlarından dolayı kutladı.

Dienstag, 19. Juli 2011

Haneperestlik ve Hizmet

Fethullah Gülen: Kürsü: Haneperestlik ve HizmetHâneperest, sıcak yuva ve cıvıl cıvıl çocuklar sebebiyle evine aşırı bağlı olan, hanesindeki huzurun ve rahatın devam etmesi için gerekirse her şeyden vazgeçmeyi göze alan; bazen de rahata düşkünlüğünden dolayı dışarıya hiç adım atmayan, halkın arasına hiç karışmayan ve insanlardan gelebilecek eziyetlerden kaçmak için kendisini adeta dört duvar arasına hapseden insan demektir.

Dünden bugüne bazı insanlar, nefislerini tezkiye ve kalblerini tasfiye etmek için halvethanelere çekilip inziva yapmışlardır. Halvetîlik de bu anlayıştan doğup yayılmıştır. Ne var ki, içinde yaşadığımız asırda, sürekli insanların arasında bulunmak, onlardan gelecek sıkıntılara katlanmak ve bir manada celvetî olmak, inzivada Allah'a ulaşmak için cehd ü gayret göstermekten daha sevaplı görülmüştür. İnsanların dertlerine ortak olmak, aynı zamanda sevinçlerini paylaşmak ve hep yanlarında bulunarak onları irşat etmek, bilhassa bu zaman diliminde çok daha önemli sayılmıştır.

Bu açıdan, hâneperestlik, evine kapanma ve herkesten alâkayı kesme şeklindeki bir tecerrüd halinin adıdır; dolayısıyla hem erkekler hem de bayanlarla alâkalıdır. Evet, hâneperestlik marazı, bayanlar için de çok tehlikeli bir hastalıktır. Anne-babaya karşı sıla-yı rahim vazifesinden arkadaşlık bağlarını korumaya kadar çok önemli olan insanî irtibatlara değer vermeme, insanlarla görüşmeme, eş-dostla bir araya gelmeme, evinin kapılarını hiç kimseye açmama ve kendi dar dairesinde ikame ettiği mutluluk vesileleriyle yetinip bütün bütün şahsî bir hayat sürme şeklinde kendini gösteren hâneperestlik en az erkekler kadar kadınları da mahveden bir illettir.


Tabii ki, bir kadın, evine çok değer vermeli ve çoluk çocuğuna iyi bakmalıdır; fakat, ailesini ihmal etmemenin yanı başında, onun da toplum hayatı açısından bazı vazifeleri vardır. O da, sohbet-i Cânân meclislerine katılmalı, dinî ve ilmî müzakerelerde yer almalı, arkadaşlarıyla beraber dersler yapmalı; bu arada içtimaî hayatın ortak problemlerine çareler aramalı, bu gayeye matuf olarak akdedilen meşveretlerde fikir cehdinde bulunmalı ve dine hizmet edebilmek için her vesileyi değerlendirmelidir.

İster kadın ister erkek, her mü'min, kendi üzerinde Allah'ın, nefsinin ve aile fertlerinin hakları olduğunu bilip onların gereklerini yerine getirmeye çalıştığı gibi, içinde yaşadığı topluma karşı da bir kısım sorumluluklarının bulunduğunu düşünerek onları da mutlaka gözetmelidir ve Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in buyurduğu üzere, her hak sahibine hakkını vermeye çalışmalıdır. Şayet, eşler, kendi aralarında vazife taksimini iyi yapar, mesailerini güzelce tanzim eder ve her hususta birbirlerine yardım eli uzatırlarsa, her ikisi de hem birbirlerinin hem diğer aile fertlerinin hukukuna bitamâmiha riayet etme, hem de Cenâb-ı Allah'ın, Resûl-i Ekrem'in, Kur'an-ı Kerim'in, Din-i Mübîn'in ve iman hizmetinin haklarını gözetme konusunda istikameti yakalayabilirler.

Rahata Düşkün Hânezedeler

Aslında, hâneperestliğin temelinde, her türlü zillet ve mahrumiyetin en başta gelen sebeplerinden olan tembellik ve rahata düşkünlük vardır. Hâneperest insan, evinin kapı ve pencerelerini sıkı sıkıya kapadığı gibi, gönlünü de başkalarına karşı tamamen kapar. Hem içeriye hem de içine kapanır; hayatını bütünüyle hanesinde geçirmeyi ister. Bir iş ya da ihtiyaç için dışarıda olduğu zaman bile hep gözü evdedir. Haddizatında, insanın gözünün evinde olması bir yönüyle çok güzel bir haslettir; bu, hayat arkadaşına ve çoluk çocuğuna bağlılığının ifadesidir. Fakat, bir diğer taraftan, onda rahata düşkün olma, hiçbir meşakkate yanaşmama ve dine hizmet adına da olsa zahmete katlanmayı düşünmeme ruh haletinin tesiri vardır. İşte, bu şekildeki eve düşkünlük, Hücumât-ı Sitte'de farklı bir zaviyeden anlatılan tenperverliğin (rahata düşkünlüğün) ta kendisidir ve hak erleri için en büyük afetlerden birisidir.

Evet, yuva dünyevî bir kısım ihtiyaçları gidermeye matuf ve ahiret hayatına hazırlık hususunda yardımcı bir unsur olmasına rağmen, onun evvelen ve bizzat maksutmuş gibi algılanması ve insanı toplumdan koparacak bir mahiyet alması çok tehlikeli bir kayma noktasıdır. "Ya evimden olursam; ya ailemi kaybedersem; ya çocuklarımdan ayrı düşersem; başkası neme lazım, benim de bir hayatım var!.." gibi mülahazalar, hususiyle adanmış ruhlar için öldürücü virüslerdir. Zira, bunlar gayesiz, hedefsiz, dava düşüncesinden mahrum ve yaratılışın manasını kavrayamamış kimselerin düşünceleridir. Mefkûre kahramanları, insanı bir hânezede ve bir hane özürlü haline getiren bu hislerden fersah fersah uzaktır, uzak olmalıdır.

Unutulmamalıdır ki; Osmanlı erenlerindeki mücadele aşkı ve "serhat tutkusu" sayesinde, küçük bir aşiretten koca bir cihan devleti doğmuştur. Bir gün gelip de, bu aşk ve arzunun yerini harem sevdası alınca, koskoca bir millet yerle bir olmuştur. Dahası, harem tutkusu ve hâneperestlikle nöbet yerini terk edenler, çok defa maksatlarının aksiyle tokat yemiş, sıcak yuvalarını ve cıvıl cıvıl çocuklarını da kaybetmişlerdir.
  • Yuva, dünyevî bir kısım ihtiyaçları gidermeye matuf ve ahiret hayatına hazırlık hususunda yardımcı bir unsur olmak üzere var edilmiştir.
  • Buna binaen yuvayı asli unsur görüp hayatındaki her şeyi yuvası etrafında örgüleyen insan bu konudaki murad-ı İlahîyi anlamamış demektir.
  • Haneperestliğin temelinde tembellik ve rahata düşkünlük gibi birtakım ahlak-ı seyyie vardır. Bu sebeple şeytanın oyuncağı olmaya müsaittir.

 

Yaşama Sevinci Değil Yaşatma İştiyakı

Şayet, "yaşama sevinci" tabiriyle kastedilen, hayatın bütün zorluklarına rağmen, insanın ümit ve azmini kaybetmemesi, meselelere hep müspet yanlarıyla bakması ve istikbal hakkında ümitvar olması ise, bu telakki makbul sayılabilir.

Ömrün her karesini çok iyi değerlendirme, zamanı boşa harcamama, hayata küsmeme; varlıkların kıymetini bilme, mahlukatı esmâ-yı ilahiyeye bakan yanlarıyla çok sevme, dostların mevcudiyetiyle inşiraha erme ve bütün bu unsurlar sayesinde ruhen canlı kalabilme çizgisinde ele alınan "yaşama sevinci" kabul edilebilir bir anlayıştır.

Ne var ki, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya sarılma, gününü gün etme gayretinde olma, cismanî ve bedenî zevkleri tatmin peşine düşme, ömür boyu maddî bir lezzetten diğerine koşma ve ötelere gitmeyi çok kerih görerek hep burada yaşamayı arzulama şeklindeki bir zihniyet merduttur. Bu manadaki hayat tutkusu, ruhun sefilleşmesi ve insanın, insanî melekelerini kaybederek içten içe çürümesi demektir. Tarih şahittir ki, böyle bir yaşama zevki ve sevinci, hangi millete kanca takmışsa, onu baştan çıkarmış, azdırmış ve sonra da yerle bir etmiştir.

Mü'minlerde yaşama sevincinden ziyade, ubudiyet şevki ve yaşatma iştiyakı bulunur. Bildiğiniz gibi şevk; hizmette fütur getirmeme, asla ye'se düşmeme; mâruz kalınan en kötü, en çirkin gibi görünen durumlarda bile, Cenâb-ı Hakk'ın bir hikmetinin ve rahmetinin var olabileceği mülâhazasıyla buruk, hüzünlü fakat ümitli bir bekleyiş içinde bulunma ve her zaman Allah'a gönülden tevekkül etme manalarına gelmektedir.

Evet, bu konuda mü'minler için esas olan, ubudiyet yolunda ve iman hizmetinde iç coşkunluğuyla, aşk ve heyecanla yürümek ve mânevî duyguları daima aktif halde tutmaya çalışmaktır. İnananlar yaşama sevincini, kalb merkezinin daima enerjiyle dolu bulunması, insanî melekelerin hamle ruhuyla şahlanması, manevî canlılığın hep korunması ve insanı ibâdetlere, salih amellere ve din uğrundaki hayırlı faaliyetlere sevkedip koşturacak bir güç kaynağının gönülde mevcut olması şeklinde anlamalıdır.

Hâsılı, hizmet şevki ve kalbî sevinç mü'minin daimi halidir. Gaflete gömülmüş kimselerin durumu ise şımarıklık, lâubalilik ve ölçüsüzce eğlenmektir. Mü'minlerdeki şevkin semeresi, Allah'a tevekkül ve itminan; gafillerde geçici sevinçlerin neticesi, bitip tükenme bilmeyen stresler ve anguazlardır. İnanan insanlarda -ekseriyetle- stres görülmez; çünkü mü'minlerin musibetler karşısında bütün bütün çaresiz kalmaları söz konusu değildir. Maruz kaldıkları sıkıntıları da "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah" diyerek Allah'ın inayetiyle kolayca aşarlar.

M. Fethullah Gülen, Kürsü

Konuşmak Lazım Bir Kere

Konuşmak Lazım Bir Kere 

Biri bugün dünyanın dört bir yanında "Gönüllüler Hareketi" diye anılan ve Anadolu insanının muhabbetini arzın her tarafına yayma fikrinin tohumunu atan Fethullah Gülen Hocaefendi.

Diğeri İstanbul Kurtuluş'ta doğup 1948'de Arjantin'e göçmüş Hagop Arzumanian. İki gönül arasında bir seccade ile başlayıp kol saati ile gelişen samimiyet mevcut. Türkiye ikili arasındaki diyaloğu 63 yıl sonra, 9'uncu Türkçe Olimpiyatları vesilesiyle ülkesine dönen Arzumanian'ın anlatımıyla öğrendi. Ayrıntısı bir tarafa hikâye şöyle: Kurtuluşlu Hagop evindeki seccadeyi Arjantin-Türk Dostluk Derneği'ne verir. 100 yıllıktır hediye. Dernek üyeleri de Fethullah Gülen Hocaefendi'ye hediye eder. O da bir saatle karşılık verir. Ya duygular? "Hocaefendi, size şu anda bir baba gibi hitap ediyorum. 1948'de sizin benden iyi bildiğiniz sebeplerden göçtük buralara. Bir şikâyetim yok, Arjantin'den; ama yine de sizin de bildiğiniz gibi memleket hasreti başka. Siz dünya üzerinde görülmemiş bir şahsiyetsiniz. Peygamber'in yolundasınız. Dine, ırka bakmadan eğitim veriyorsunuz." diyor, eski futbol hakemi Arzumanian. Onu böyle konuşturan ne? Dünyanın farklı yerlerinde dinler ve kültürler arası diyalog faaliyetinde bulunan dernek temsilcilerinin Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın tertiplediği toplantının özünde saklı cevabı. Bizzat Vakfın Başkanı Mustafa Yeşil'in ağzından dinleyelim: "İnsanlık, Anadolu'dan çıkmış bir hareketin global ölçekte bir barış projesi olduğuna şahit olmaktadır. Diyalog kurumları, insan olmanın bir araya gelmek için yeterli olduğunu anlatıyor." Hâsılı, meseleye şümullü bakılınca anlaşılıyor ki zaman zaman bu sayfalara da yansıyan tüm sıkıntıların tek çaresi var: "Diyalog!"

Montag, 18. Juli 2011

Mwinyi: Tanzanyalı Her Ailenin Hayalinde Türk Okulu Var

Mwinyi: Tanzanyalı Her Ailenin Hayalinde Türk Okulu Var

Tanzanya eski Cumhurbaşkanı Ali Hassan Mwinyi, ülkesinde her ailenin hayalinin, çocuğunu Türk okuluna gönderebilmek olduğunu belirterek, "Sizin kardeşlerinizin açtığı okullarda verilen eğitimi kullanarak kendi ülkemizi geliştiriyoruz." dedi.

Cumhurbaşkanı Mwinyi, ilişkilerin eğitimle sınırlı kalmaması gerektiğini söyledi. Türklerle büyük bir ticari yatırım gerçekleştirmeyi beklediğini ifade eden Mwinyi, Tanzan'ya ile geliştirilecek ticaretin, sadece Tanzanya'nın 40 milyonluk nüfusuna değil, 300 milyonluk Doğu Afrika Birliği'ni hedef alması gerektiğini ifade etti.

Türkiye'de çeşitli gezi ve temaslarda bulunan Tanzanya eski Cumhurbaşkanı Ali Hassan Mwinyi, Şanlıurfa'daki OSM Ortadoğu Hastanesi'nde verilen kahvaltıda, Vali Nuri okutan ve diğer yetkililerle bir araya geldi.
Tanzanya'da 3 tane Türk okulu bulunduğunu ifade eden Mwinyi, bu okullarda bin 200 kişinin eğitim gördüğünü, 600 kişinin de mezun durumda olduğunu söyledi. Mwinyi, "Her ailenin hayali, çocuğunu bu okula göndermek. Sizin kardeşlerinizin açtığı okullarda verilen eğitimi kullanarak kendi ülkemizi geliştiriyoruz." dedi.

"Türkiye'nin İzlediği Politikaya Türk Okulları Çok Büyük Katkı Sunuyor"

Gezi ve İncelemelerde bulunmak üzere Türkiye'ye gelen Tanzanya eski Cumhurbaşkanı Ali Hassan Mwinyi, Konya'daki ziyaretinin ardından Şanlıurfa'ya geldi. OSM Ortadoğu Hastanesi'nde onuruna verilen yemeğe katılan Mwiyni'ye, Şanlıurfa Valisi Nuri Okutan ve Şanlıurfa Ticaret-Sanayi Odası Başkanı Sabri Ertekin de eşlik etti.
Türkiye'nin, izlediği politika ile dünya barışına katkı sağladığını ifade eden Mwinyi, bu politikaya Türk okullarının da çok büyük katkı sunduğunu dile getirdi. Mwinyi, "Peygamber Efendimiz (sav) birlik ve beraberliği okuma-yazma ile başlatmıştır. Kur'an'daki ilk ayet "oku" diyor. Bu bağlamda sizler yapmanız gereken şeyleri yaparak okullar açtınız. Sizin eğitiminizi kullanarak şu anda benim ülkem kalkınıyor, gelişiyor. Her yönümüzle bizi değiştiriyor, kalkındırıyorsunuz. Bakışımızı, ufkumuzu genişletiyorsunuz. Bu okulların Tanzanya'ya çok büyük katkısı var. Mesela Darüsselam'da Türkler tarafından kurulan liseler var. Tanzanya'da 3 bin 600 lise bulunuyor. Bu okullar arasında
her zaman ilk 5'te sizin kardeşlerinizin kurduğu okullar var. Bu, inanılmaz bir şey. Şimdi yeni bir tane daha yapılıyor, yatılı olacak ve Tanzanya'nın en iyi okulu olacak. Bu okulların adı Feza Türk Okullarıdır. Şimdi baktığımız zaman ülkedeki her aile çocuğunu bu okullara göndermek istiyor." şeklinde konuştu.

"Ticaretinizle 300 Milyon İnsana Hitap Edebilirsiniz"

Türk okullarına övgüler yağdıran Tanzanya eski Cumhurbaşkanı Ali Hassan Mwinyi, ilişkilerin eğitimle sınırlı kalmaması gerektiğini söyledi. Türklerle büyük bir ticari yatırım gerçekleştirmeyi beklediğini ifade eden Mwinyi, Tanzan'ya ile geliştirilecek ticaretin, sadece Tanzanya'nın 40 milyonluk nüfusuna değil, 300 milyonluk Doğu Afrika Birliği'ni hedef alması gerektiğini kaydetti. Eski Cumhurbaşkanı Mwinyi, şöyle konuştu:
"Bu işbirliği sadece eğitimde olmamalı. Bunu ticaret noktasında da geliştirmemiz gerekiyor. Ciddi bir ticari yatırım bekliyoruz. Tanzanya'nın nüfusu 40 milyon. Sadece 40 milyon kişi için ticaret yapmayacaksınız. Avrupa Birliği gibi Doğu Afrika Birliği'nin de faaliyetleri var. Şu anda 5 doğu Afrika ülkesi ile bu anlaşmamız mevcut. Bunlar Kenya, Brundi, Ruanda ve Tanzanya. Bunların hepsini
birleştirdiğiniz zaman 300 milyon kişiye hitap etmiş olursunuz. Yani sizin Tanzanya'ya gelmeniz demek 300 milyon insana hitap etmeniz demek oluyor. Bu bir rüya. Bu ticaretin geliştirilmesi için de biz Türklerle daha fazla işbirliği yapmak istiyoruz."
Şanlıurfa Valisi Nuri Okutan da Türkiye'nin Afrika'ya bakışının menfaat ve çıkar öncelikli olmadığının altını çizdi. "Türkiye ayağa kalktıkça çevresinde bulunan ihtiyaç sahibi dostlarını daha iyi görüyor." benzetmesini yapan Okutan, Afrika coğrafyasındaki milletlerin çok önemli kazanımları insanlığın hizmetine sunduğunu ifade etti.

Uzakdoğu'nun Geleceğini Türk Okulları Şekillendirecek

Cüneyt Tuaç Ağabey Hakk'a Yürüdü 

Türk okullarını, Türk eğitimcilerini sahiplenenlerden biri de Singapurlu emekli Başrahip Dr. Yap Kim Hao. Ona göre, Türk okulları diğer okullar gibi 'işçi' değil, erdemli 'liderler' yetiştiriyor.

İlerleyen yaşına, ağrıyan dizlerine aldırmadan düşmüştü yola. İki saatlik uçuşun ardından geldiği Kamboçya ona eski günlerini hatırlatmıştı. Genç bir rahipken bu ülkedeki kiliselerde çalışmış, Kamboçyalıların gönlünü kazanmak için yardım kampanyalarında görev almıştı. Yıllar sonra bu fakir ülkeye yine yabancılar tarafından düzenlenen bir program için gelmişti. Uzakdoğu'daki ilk Türk üniversitesinin açılışına şahit olacaktı. Töreni başından sonuna kadar izledi, sahneye çıkan konuşmacıları var gücüyle alkışladı, Singapurlu emekli Başrahip Dr. Yap Kim Hao.

Açılışın ardından dönüş yolunda uğradığımız Singapur'da arayıp buluyoruz Dr. Kim Hao'yu. Yakınları, açılışın ardından 3 gün evine kapandığını, Zaman Üniversitesi'ni ve gönüllüler hareketinin dünyaya kattığı anlamı anlatan bir makale yazdığını söyledi. Sıra dışı hayat hikâyesinin yanında çarpıcı analizleriyle ufkumuzu genişletti. Türk okullarını, öğretmenlerini ve gönüllüler hareketini gelin bir de Dr. Hao'dan dinleyin. Ama önce onu bir tanıyalım.

Yap Kim HaoDr. Yap Kim Hao (83) aslen Çinli. Kendi gibi babası da Malezya'da doğmuş. Eğitimine İngilizce eğitim veren Methodist bir okulda başlar. Ama atalarının dilini, Çinceyi öğrenmeyi ihmal etmez. Üniversite eğitimi için gittiği ABD'de dinî eğitimini de tamamlar. Bir taraftan Baker Üniversitesi'nde biyoloji ve kimya bölümünde okur, diğer yandan rahiplik seminerlerine katılır. 1960'ın başında teoloji mastırı ile doktorasını tamamlar ve ülkesindeki kiliselerde çalışmak üzere geri döner. Çok geçmeden Malezya ve Singapur Methodist kiliselerinin başrahipliğine (bishop) seçilir. Myanmar, Tayland, Malezya, Laos, Kamboçya ve Vietnam'da sosyal yardım faaliyetleri organize eder. Çok kültürlü bir aileden gelen Dr. Hao, son yıllarda güçlenen kültürler arası diyalog çalışmalarına Asya'dan destek veren isimlerin başında gelir. Hao'yu diğer Hıristiyan din adamlarından ayıran başka bir özelliği de eğitime verdiği önem. Çalıştığı kiliselere birer eğitim kurumu kazandırmasıyla öne çıkar. Erken yaşta evlenen Dr. Hao, ikisi kız 4 çocuk sahibi.

Mesut Çevikalp: Son makalelerinizde Türk okulları ve öğretmenlerinden övgüyle bahsediyorsunuz. Sizi etkileyen neydi?

Yap Kim Hao: Geçen yıl İstanbul'a gittim ve bazı okulları gezme imkânım oldu. Kendine özgü bir eğitim sistemini benimsediklerini gördüm. Öğretmenleri, okul idarecileri âdeta insan yetiştirmeye adamış kendilerini. Singapur'a döndüğümde buradaki Türk toplumuyla irtibata geçtim ve Uzakdoğu'daki benzer okulları ziyaret etme imkânı buldum. Buradaki Türk öğretmenleri de çok istekli gördüm. Öğrencileri yetiştirmek, onlara karakter ve vizyonu kazandırmak için çalışıyorlar. Çocuklara bilimsel bilgilerin yanı sıra ahlaki değerler de veriyorlar. Gördüklerim beni çok etkiledi. Farklı inançlara açık olmaları da onların dünyanın her yerinde çalışmalarına, insanlarla bir şeyler paylaşmalarına imkân sağlıyor. Öğretmenler bu eğitim sistemiyle, giderek bencilleşen dünya öğrencilerine kâmil insanın değerlerini veriyor. Bir insanın nasıl olması gerektiğini yaşayarak öğretiyorlar. Çok harika bir iş yapıyorlar. Ben de yazılarımla takdir ediyorum onları.

Mesut Çevikalp: Uzakdoğu'daki Türk okullarının çoğunu gezdiniz. Sizce bu okullar bölgeye ne katıyor?

Yap Kim Hao: Maalesef Güneydoğu Asya'nın farklı yerlerindeki diğer okulların büyük kısmı öğrenciye sadece eğitim vermeye, bir iş, kariyer sağlamaya odaklı. Bazıları öğrencilerin kabiliyetlerini geliştirmede çok iyi olsa da odaklandıkları nokta çok dar. Uzakdoğu'daki mevcut eğitim sistemi kaliteli işçi üretmeye yöneldi, insan yetiştirmeyi unuttu. Örneğin Singapur'da bilim alanında veya teknik konularda iyi eğitim verebilen okullar var. Ama Türk okulları öğrenciye sadece bilgi ve yetenek kazandırmayı hedeflemiyor, onlara bir karakter kazandırmaya da çalışıyor. Ahlaki olarak da geliştiriyor. Bunun bir başka örneği bulunmuyor Uzakdoğu'da. Tanıştığım Türk öğretmenler toplumun geleceği konusunda endişe duyan insanlar. Bulundukları ülkenin refahını isteyen insanlar. Bizler yıllarca işçi yetiştirdik, sizler dünyayı yönetecek kaliteli, ahlaklı insanlar yetiştirmeye çalıştınız. Türk okullarındaki öğretmenlerin çoğu Müslüman. Ama diğer dinlerin değerlerine de saygı duyuyorlar. Ahlaki değerlere önem veren, farklılıkları dışlamayan Türk öğretmenler, ön yargısız, barışsever bir nesil yetiştiriyor. Müslüman ülkelerde de bu okullar var ama sadece Müslüman öğrencilere hizmet vermiyor. Mesela Budizm'e yönelmiş Vietnam'da da öğrencileriniz var. Okulların kapısı herkese açık yani.

Mesut Çevikalp: Asyalıların okulları kısa zamanda sahiplenmesini nasıl yorumluyorsunuz?

Yap Kim Hao: Elbette ilk başta ülke yönetimleri, Türk okullarının ne yapmak istediğinden pek emin değildi. Belli bir mesafeyle yaklaşıyorlardı. Ama şimdi okulların nesil yetiştirmek için buralara geldiğini anladılar. Çok kültürlü bir yapısı olduğunu gördüler ve sahip çıkıyorlar. Kaliteli eğitimlerini takdir ediyorlar. Türk okullarının farklılıkları kabul etmesini, diğer inançlara açık olmasını, ahlaki değerlere önem vermesini takdir ediyorlar.

Mesut Çevikalp: Kamboçya'da Türk okullarını yerinde incelediğinizi biliyorum. 14 yıllık bir geçmişi bulunan Türk okulları Kamboçya'ya ne katıyor?

Yap Kim Hao: Kamboçya çok fakir bir ülke. Açılan Türk okulları gerek teknik donanımı gerekse kaliteli eğitimi ile ülkedeki önemli bir açığı dolduruyor. Anaokulu, ilkokul ve lise gibi bütün seviyelerde eğitim veren Türk okullarının Kamboçya halkı tarafından sahiplenilmesi onların geldiği noktayı gösteriyor. Gelecekte Kamboçya'yı yönetecek liderlerin Türk okullarında yetişeceğini düşünüyorum. Şimdi bir de Türk üniversitesi açıldı. Artık Kamboçya gençliğinin bir bölümü kaliteli üniversite eğitimi için yurt dışına çıkmak zorunda kalmayacak. Türk üniversitesi sadece Kamboçya için değil, civar ülkeler için de oldukça önemli ve anlamlı.

Mesut Çevikalp: Siz de açılıştaydınız. Uluslararası Zaman Üniversitesi'nin bölge için anlamı ne?

Yap Kim Hao: Geçmişte iç savaşlarla boğuşan Kamboçya'da kaliteli eğitim veren üniversitelerin sayısı çok az. Başkent Phnom Penh'de açılan Zaman Üniversitesi en başta bu eksiği giderecek. Özünden ayrı düşmeden, kaliteli, ahlaklı bir neslin oluşmasına zemin oluşturacak. Halka hizmet etme, kaynakları paylaşma düşüncesine sahip olan insanlar yetiştirecek. Söz konusu nesil yönetime geldiğinde de ülke barış içinde, daha hızlı kalkınacak. Bunun yanında iki ülkeyi birbirine yakınlaştıracak. Kamboçya liderliği onlara sağladığınız bu hizmetten dolayı Türkleri takdir edecek. Zaman Üniversitesi; Vietnam, Endonezya, Laos gibi diğer Asya ülkelerine de örnek olacak.

Mesut Çevikalp: Singapur'da henüz bir Türk okulu yok. Açma çalışmaları başlamış...

Yap Kim Hao: Singapur'da Türk okulu olmaması bir talihsizlik. Burada eğitim çok pahalı, okul kurmak, öğretmenlere ortam sağlamak çok maliyetli. Buradaki okullar şirket gibi, ekonomik yaklaşımlarla yönetiliyor. Hindistan, Kanada, Fransa hatta Avustralya'dan gelip okul açanlar var. Onlar önce Singapur'da yaşayan kendi toplumlarına daha sonra diğer toplumlara hizmet veriyor. Türk okullarının zihniyeti çok farklı. Umarım en kısa zamanda burada da bir Türk okulu açarsınız.

Mesut Çevikalp: Türkler bir kültür merkezi kurmuş bu ülkede. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yap Kim Hao: Türk Kültür Merkezi, Singapur'da kültürler arası diyaloğa büyük katkı sağlıyor. Ama bunun ötesinde gerçek İslam'ın anlaşılmasını sağlıyor. Farklı dinlerden gelen insanların bir arada nasıl yaşayabileceklerini gösteriyor. Paylaşım ruhunu yaşatıyor. İslam'ın gerçek değerlerini Singapurlulara yansıtıyor.

Mesut Çevikalp: Uzakdoğu'ya 10 yıl önce gelen öğretmenler bugün Türk diplomat ve iş adamlarını da bölgeye taşıyor. Türk devletinin bölge ülkeleriyle siyasi ve ekonomik ilişkiler geliştirmesine destek veriyor. Bu çabalar Türkiye'nin bölgedeki imajını geliştiriyor mu?

Yap Kim Hao: Türkiye özellikle son yıllarda müthiş bir ekonomik ilerleme kazandı. Artık eskisi gibi göçmen işçi veren, yabancı mal ithal eden bir ülke değil Türkiye. Diğer ülkelere yardım etmeye başladı. Ticaret yaptığı ülkelerdeki durumu iyileştirmek için daha fazla sorumluluk alıyor. Türk iş adamlarının tek önceliği de kâr etmek değil. Sadece para kazanmak için gelmiyorlar buralara. Bu paylaşma güdüsü, ekonomik yönden güçlü ülkenin yararına olmaktan ziyade her iki ülkenin yararına tabii ki. Bunun yanında Türk iş adamlarının gittikleri ülkelerdeki eğitim faaliyetlerini desteklemeleri de çok önemli. Okullara desteği sadece inancı için değil, o ülkenin daha iyi bir konuma yükselmesi için veriyorlar. Farklı inançta olsalar bile... İşte bu ruhun bir benzeri yok dünya üzerinde.

Mesut Çevikalp: Türk öğretmenlerin, müteşebbislerin uzak diyarlara gitmelerini isteyen, Fethullah Gülen Hocaefendi'ydi. Din adamı olarak onu ve öğretilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yap Kim Hao: Onu olabildiği kadar çok okumaya çalışıyorum. Gülen'in öğretilerinin dünyanın her yerinde kabul görüşü beni çok etkiliyor. Onun öğretileri, takipçilerine büyük ışık tutuyor. Bu ruhla onu seven eğitimciler yurtdışında okullar açıyor, iş adamları dünyanın her yerinde ticari faaliyetlere giriyor. Bunu da sadece kendi refahları için değil, tüm dünyanın ortak refahı için yapıyorlar. Fethullah Gülen'in öğretileri güçlü bir kolonileşmeyi ya da zayıf ve fakir ülkeleri sömürmeyi değil, sahip olduklarını diğerleriyle paylaşmayı öğütlüyor.
Başka ülkelerden kaynak beklentileri de yok. Aynı değerleri diğer insanlara verebilmek için eğitime odaklanıyorlar. Dolayısıyla bu hareket küresel; tüm insanların kalkınmasına odaklı. Bu yüzden Gülen ve takipçileri, insanlığın geleceği için dünyadaki herkesten daha fazla çaba gösteriyorlar.

Mesut Çevikalp: Türkiye'nin Uzakdoğu'ya açılması iki tarafı nasıl etkiliyor?

Yap Kim Hao: Türkiye'nin Asyalı insanlarla iletişim kurmasını çok önemsiyorum. Son yıllarda Asya'ya önem vermeye başladı. Tarihî ve coğrafi açıdan baktığımızda Türkiye hem Asyalı hem de Avrupalı aslında.

Mesut Çevikalp: Singapur'dan Türkiye'nin Ortadoğu'da üstlendiği rol nasıl okunuyor?

Yap Kim Hao: Türkiye, Ortadoğu'daki ülkeler için önemli bir pozisyon aldı. Bölgedeki barış atmosferini sağlayan sorumlu bir devlet oldu. Hatta bütün zorluklara rağmen bölge ülkelerindeki eski yönetimlerin değişmesi için çaba harcıyor. Demokrasi ile İslam'ı aynı ortamda, özgür seçimlerle yaşatan Türkiye, bölge için önemli bir model aslında. Sahip olduğu teknoloji ve demokrasi birikimiyle de İslam âleminin kalkınmasına ön ayak oluyor. Hıristiyan dünyası dâhil, diğer dinlerin İslam'a bakış açısını sorgulamasına, özeleştiri yapmalarına yol açıyor. Mesela bize gerçek Hıristiyanlığı, iyi bir Hıristiyan olmanın ne demek olduğunu irdeletiyor. Hıristiyan dünyası da Türkiye'deki gibi güçlü dinî kurumlar kurabilir. Bu yeni kurumlar dünya barışı ve refahını artıracaktır. Türkiye'nin dünyada eşsiz bir rolü var. Sadece İslam'a değil, diğer tüm dinlere sağladığı bir katkı bu. Dolayısıyla Türkiye'nin varlığı çok mühim.

Biz Ne Yaptık?

Ahmet Kurucan
Ahmet Kurucan
Mehmet Ali Birand yaklaşık iki ay önce, nesiller sonra bile olsa hayret, şaşkınlık ve takdir hisleri ile okunacak iki yazı kaleme aldı. "Neden darbelere destek verdik" ve "AK Parti laiklerin hatasını tekrarlamamalı" başlıklarını taşıyan bu iki yazının ana konusu yüz yıla yakın sistemi elinde tutan siyasi erkin, bürokratik yapının, akademik camianın, ekonomik güçlerin en genel isimlendirme ile halka rağmen devlet anlayışının ideolojik ve fiilî temsilcilerinin yaptıkları hatalardı.


Gerçeklerle yüzleşme, vicdanın sesi de diyebileceğimiz bu iki yazıda toplumun Müslümanlar, laikler, Kürtler, Aleviler diye diye nasıl bölündüğünü, hâkim güçlerin ötekileştirme hatta ötekini yok sayma politikalarını ve son tahlilde askerin bu süreç içindeki yerini anlattı. Tam bir durum tespiti diyebileceğimiz şu cümleleri bir kez daha onun kaleminden okuyalım isterseniz: "Cumhuriyet'in kuruluşundan itibaren, bu iki geleneksel düşmana karşı sürekli aynı sert yaklaşımı gösterdik. Kendi sistemimizin mühendisliğini yaptık. Bu sistemi oluştururken de, bu ülkenin sadece bize ait olmadığını, dindar kesim ve Kürtlerle paylaşmamız gerektiğini hiçbir zaman kabullenmedik. Düşünmedik dahi... Düşünenlerimizi de hapishanelere yolladık. Ne Cumhuriyet'in siyasî sistemini, ne de laik kesimin egemen olduğu ekonomik pastayı paylaştık. 'Hep bana, hep bana...' dedik."

Maksadım yazıyı ve muhtevasını özetlemek değil; böylesi cesur bir itirafta bulunduğu için yazarını medh-ü sena etmek de değil -kaldı ki Birand'dan önce bu türlü itiraflarda bulunan Hasan Cemal, İsmet Berkan gibi başka yazarlar da var- maksadım bunu bir girizgâh yapıp aynı şeylerin daha doğrusu mazlumiyetlerin, mağduriyetlerin ilgili kesimler tarafından defalarca dile getirilmesine rağmen muhatapları tarafından dinlenmemesini anlatmak. Bir insanın anne-babası ile görüşmesi, akrabaları ile mektuplaşması gibi alabildiğine basit ve son tahlilde insanî haklarının karşılanmamasına değinmek. Pandora'nın kutusu açıldı artık. Yılların mazlumiyetlerini, mağduriyetleri herkes dile getiriyor. Olmaması gerekip de olanları, yaşanmaması gerekip de yaşananları, çekilmemesi gerekip de çekilenleri ve çektirilenleri her ortamda anlatıyorlar. TV'ler böylesi programlarla dolu; sinemalar bu türlü senaryoların oynandığı filmleri görmeye başladı; gazeteler dergiler çarşaf çarşaf bu dönemlere ait hatıraları yayınlıyor.

Bu sürece dolaylı yolda katkım olsun diye ben de bu perspektiften meselelerin ele alındığı bir sohbet ortamını sizlere aktarmaya çalışacağım. Ortam, artık tahmin ettiğiniz gibi Hocaefendi'nin ortamı. Çetin kış şartlarında bile olsa her daim bir anne kucağı gibi bağrına aldığı her ruha, her gönle bahar meltemleri hissettiren, Hızır çeşmesi misali ağızlara kevser gibi içecekler içiren bir zemindeyiz. Arapça "şerefü'l mekân bi'l mekîn: mekânın şerefi o mekânı şereflendiren insanın şerefi ile ölçülür" özdeyişinde olduğu gibi şerefini mekîn'inden alan bir salon burası. İki elin parmaklarının sayısını geçmeyecek kadar az bir insan topluluğu. Herkes dikkat kesilmiş Hocaefendi'yi dinliyor. O ise ağlıyor ve muhataplarından birine dönüp ismen hitap ederek, "Biz ne yaptık? Kitap okumaktan başka ne yaptık? Milletimizin, insanımızın zararına olan ne türlü davranışlarımız oldu?" diyor. Zaten ağlamaya teşne hisleri ile söylemeye başladığı bu sözlerin devamını getiremedi ve ağlamaya başladı. İnanıyorum ki 73 yıllık hayatı film şeridi gibi gözünün önünden geçiyordu. Hiçbir aklî ve mantıkî temele dayanmayan, vehimlerin, hayallerin, paranoyaların ve özgüven eksikliğinin yol açtığına inandığı zulümleri, baskıları, işkenceleri hatırlamıştı. Sadece şahsına değil, ülkesinin neredeyse hemen her bir ferdine yapılan bu haksız zulümler onu bir kez daha ağlatmaya yetmişti.

Tabii yaşanılan bu haksız süreçte hak ve hakikati gören insanlar da yok değildi. İşte onlardan bir tanesini anlattı. İskenderun'da askerlik yaparken kendisini cami kürsüsünde dinleyen ve sonrasında sahip çıkan komutanından bahsetti. Emekli olup ayrılırken, "Korkuyorum, benden sonra bu insanlar sana kötülük yapar." diyen komutanından. Bir başka seferde dinlemiştim; aynı komutan, "Seni anlamazlar bunlar ve Hallac gibi muamele yaparlar." da demiş.

Bir keresinde askerî cemseye bir şey yerleştirirken ayağı kaymış ve çok şiddetli bir şekilde yere kapaklanmış Hocaefendi. Düşmenin şiddetinden dolayı kaburgaları kırılmış ve kendinden geçmiş. Gözlerini açtığında hastane odasındaymış. Diyor ki: "Gözlerimi açtığımda hastane odasındaydım. Rahmetli komutanım başını ayaklarımın üzerine koymuş ağlıyordu."

Duygu yoğunluğunun bütün salonu kapladığı bu ortamda, sizin de tahmin ettiğiniz gibi sözün anlamını yitirdiği bu noktada, çokları ağlamaya durdu. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum; "Gördüğünüz gibi semer altında ne küheylanlar var." sözüyle kendimize geldik. Geldik ama keşke gelmeseydik; çünkü arkasından gelen cümle bizi yeniden hüzne, gama, kedere boğdu. "Doğrusu" dedi Hocaefendi, "nice mü'minlerden bunun çeyreği kadar iltifat görmedim!" Ve kaldığı yerden, iç geçire geçire ağlamaya devam etti: "İçimdeki ateş yiyip bitiriyor beni; bu kadar da açılmasam patlayacağım." dedi ve başka bir faslın kapısını aralamaya koyuldu. Koyuldu ama bir şeyler bırakmıyordu onu sanki. Sözün başladığı sahilden karşı sahile bir türlü geçmiyordu/geçemiyordu. Durdu, düşündü, düşündü ve devam etti: "İyiler iyilikleri ile yâd edilir. Allah da yâd edilen bu iyilikleri dua olarak kabul eder. Kötülüklere gelince; onları da yâd etmezsiniz; unutulur gider."

Sonra yine durdu, "O dönemlerde devletin en üst kademelerinde görev yapan üç-beş insanı belki sayamayız ama hayatınıza iyilikleri ile mal olmuş insanları unutamıyorsunuz." Bütün kalbimle tasdik ettiğim bu tespit üzerinde siz düşünedurun; ben de yazıma son vereyim.

Son sözleri şuydu Hocaefendi'nin: "Kendi dünyama dalınca bağrıma hançer saplanmış gibi hissediyorum kendimi." Perdeyi kapatan söz ise Necm Sûresi 39-42 ayetleriydi: "Şüphesiz ki, insan için kendi çalıştığından başkası yoktur. Çalışmasının karşılığı tam tamına ödenecektir. Elbette son durak Rabb'inin huzuru olacaktır." (Necm, 39-42)

Ahmet Kurucan, Zaman