Mittwoch, 31. August 2011

Fethullah Gülen Hocaefendi: Bayram barış adına fırsata dönüştürülmeli


Fethullah Gülen Hocaefendi, bayramın barış adına fırsata dönüştürülmesi gerektiğini söyledi. Hocaefendi, Ramazan Bayramı'nı ülkesinden uzakta 12. yılını geçirdiği Amerika'da, kendisini ziyarete gelen Türklerle birlikte karşıladı. Bayram namazının ardından aileler ve çocuklarıyla bir bir bayramlaşan Hocaefendi, küçük ziyaretçilerine çikolata ikramında bulundu. Kahvaltı sofrasında bayram mesajı veren Gülen Hocaefendi, "Ramazan'ın ve bayramın değerini kavramak biraz inanmaya bağlı. İnancında sürekli kendini yeniliyor olmaya bağlı. İnsan düşünce ve imanı itibarıyla sürekli kendini yenileyebiliyorsa her şeyi taptaze duyabilir." dedi.

Bir yandan Ramazan'la vedalaşmanın burukluğunu diğer yandan da bayrama erişmenin sevincini yaşadıklarını dile getiren Hocaefendi, "Bayram, sadece eğlenme zamanı değil... Ümit ediyoruz ki Cenab-ı Hakk'ın mağfiretine mazhar olmuşuzdur. Ümit ediyoruz ki Allah kabul buyurmuştur." diye konuştu. Bayramları 'fırsat günü' olarak görmenin gerekliliğinden bahseden Hocaefendi şunları söyledi: "Belki bazıları bundan rahatsız olabilir. Diyalogdan da rahatsız olanlar, hoşgörüden de rahatsız olan insanlar var ve bunu yaparken de Müslümanlık adına yapıyorlar. Bu tür yaklaşımlar, insanlığa huzur, barış ve dostluk getirmez."

İnsanların kalplerinin yumuşadığı anlarda bu fırsatları diyalog adına değerlendirmek gerektiğini kaydeden Gülen Hocaefendi önemli bir uyarıda da bulundu: "Yoksa vahşetin bu denli tırmandığı dönemde, atom bombalarının, nükleer bombaların insanlığa karşı kullanıldığı bir dönemde, İslam ve cihan sulhu temsilcileri, bu meseleyi ele almazlarsa insanlığın yarısı ölebilir." Savaşın diyalog gibi çalışmalarla önlenememesi durumunda insanlığın geleceğini tehdit edeceğini vurgulayan Hocaefendi şunları tavsiye etti: "İnsanlar arasında sulh köprüleri oluşturulmalı. Bayram da bu tür çalışmalar için vesile kılınmalı. Kimseye karşı önyargılı olmamak lazım. İnsana saygımızı göstermeliyiz." İnsana saygının dinin gereği olduğunu yineleyen Hocaefendi sözlerini şöyle bitirdi: "Ahsen-i takvime mazhar olarak yaratılan insana saygının ayrı bir yeri var. Konumuna, durumuna, keyfiyetine, değerine göre her şeye karşı saygıda bulunmak icap ediyor. Bence bunda hiç kusur etmemek lazım. İnsanlığın buna ihtiyacı var."

Dienstag, 30. August 2011

HÜZÜNLÜ GURBETİN SON RAMAZANI


Aksiyon Dergisi’nden Mustafa Sungur Bey’in sorularına cevap veren Herkul İnternet Dergisi yayın yönetmeni Osman Şimşek Bey, Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin hüzünlü gurbetini ve dâussıla duygularıyla idrak ettiği on ikinci ramazanı anlattı. Bu mülakatta, Hocaefendi’nin sağlığından ramazanı nasıl geçirdiğine, derin ruh dünyasının yansımalarından son on üç senelik sırdaşı küçük odasındaki mütevazı müzesine, Suriye ve Afrika’daki insanlık dramlarına dair üzüntülerinden şehit haberleriyle sarsılışına kadar yaşadıklarını ve hissettiklerini bulacaksınız.

Hocaefendi’nin pek çok rahatsızlığı olduğunu biliyoruz. Hastalıklarına rağmen oruç tutabiliyor mu?
Bir insanın mârifet ve muhabbeti derinleştikçe ibadet iştiyakı da artar. Onun içindir ki, gerçek bir Hak yolcusu, seyr u sülûk-i ruhânîde terakki ettikçe, ibadet ü tâata karşı şehvet ölçüsünde bir düşkünlük göstermeye başlar.. hatta zamanla öyle bir hâl alır ki, artık o, oturur-kalkar hep Cenâb-ı Allah’ı anar, sürekli dualarla coşar; Hak dergâhının bir bülbülü olarak kalbinin diliyle bitevî O’nu terennüm eder ve adeta ibadetle nefes alıp verir, ibadetle yaşar. Böyle bir kul, her meselede "azîmet"lere sarılır; nefse zor gelse de, Allah’ın emirlerini en mükemmel şekilde yapmaya ve ibadetlerini kılı kırk yararcasına, eksiksiz eda etmeye çalışır. Bir özre ya da zarurete binaen meşru kılınan ve "ruhsat" olarak adlandırılan kolaylıklardan dahi uzak durur. Bir hâdisede, azîmet ile ruhsat arasında seçme durumunda kalınca, o daima azîmet yoluna yönelir. Başka insanlara fetva vermesi ve yol göstermesi söz konusu olunca, "Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; sevdirin, nefret ettirmeyin!" beyan-ı nebevîsine uygun olarak hep kolaylık tavsiye eder, dinin genişliğinden istifade etmeyi salıklar. Fakat, kendi nefsiyle başbaşa kaldığında zora talip olur ve azamî takvaya tutunur.
İşte biz, muhterem Hocaefendi’de her zaman olduğu gibi Ramazan ayında da böyle bir ibadet iştiyakına ve kulluk anlayışına şahit oluruz: Kur’an ayı şafakta tüllenmeye durduğu günlerden itibaren doktorlar, "Efendim, oruç tutmanız tehlikeli olabilir; Allah korusun, şeker krizi ve kanın pıhtılaşmasına bağlı damar tıkanıklığı ihtimali var." derler. Fakat, böyle bir ikaz karşısında, ibadet aşığı Hocamız, bir kere daha tabiatını seslendirir: "Doktor bey, oruç tutmazsam o zaman zaten ölürüm!" Aslında ona, ağır bir hastalığa yakalanan, iyileşme umudu olmayan hastaların ve oruç tutmaya gücü yetmeyen yaşlıların durumunu sorsanız, mutlaka onların oruç tutmaları gerekmediğini ve tutamadıkları "her bir oruç için bir fakiri doyuracak" kadar "fidye" vererek bu vazifelerini yerine getirmiş sayılacaklarını söyler. Ne var ki, kendisi hakkındaki hükmü farklıdır; o, dinin belirlediği azîmet çerçevesine sadık kalmak suretiyle mutlaka orucunu tutar ve "Rabbimin huzuruna sözümde durmuş olarak çıkayım; Efendimin (aleyhissalatü vesselam) yanına kulluk vaadimi korumuş olarak varayım!" der.

Sağlık durumu nasıl, geçen yıllarla kıyaslayabilir misiniz?
Hocaefendi, hemen her sahurda gün boyu şeker ve tansiyonunu dengede tutabilmenin yollarını araştırır. Gün içinde meydana gelebilecek hipoglisemiye (hâlsizliğe, aşırı terlemeye ve hafif baygınlığa yol açacak şekilde kanda normalden daha az şeker bulunması haline) mani olmak için insülini belli bir dozda alması gerektiğinden dolayı her gün ince ince hesaplar yapar; iftarda ve sahurda ani şeker yükselmesini engellemek maksadıyla insülin iğnesi kullanır; iftarda kısa ve uzun tesirli karışım insülini, sahurda da sadece kısa tesirli olanını alarak kan şekerini normal sınırda tutmaya çalışır. Şeker düzensizliğinden ve susuzluktan dolayı kanın pıhtılaşma eğilimi artması sebebiyle damar problemleri yaşamamak için içtiği suyun miktarına bile çok dikkat eder. Ani şeker düşmesi ihtimaline binaen, tehlike anında hemen alabileceği konsantre şekerini de yanından ayırmaz ama ağız yoluyla bir şey alıp orucunu kati bozma yerine, -bazı alimlere göre orucu bozmayan- şırınga yapma (sonra her şeye rağmen o günü kaza etme) yolunu ihtiyata daha uygun bularak glucagon iğnesini de bütün ay boyunca masasında hazır bekletir. Düşünebiliyor musunuz, biz elimizde hurma iftar etmeyi beklerken, o glucagonla ezan vaktini intizar etmektedir.
Hocamız kalbine stent takılmadan evvel daha çok zorlanıyor, bilhassa ikindiden sonra artık halsiz kalıyor, iftar vaktini zor ediyordu. Geçen sene -elhamdulillah- akşam namazını bile kıldırdığı çok oldu, iftar öncesi yaptığımız derslerde uzun uzun açıklamalarda bulunacak kadar sağlığı yerindeydi. Bütün Ramazan boyu tefsir ile meşgul olduğumuz için o halini “Kur’an’ın kerameti” sözüyle ifadelendirmişti. Bu sene biraz daha zor geçiyor; maalesef, birkaç gün ikindi dersini yapamadık.
Kendisi halini latifeyle karışık şöyle anlatıyor: “Bir oruç tutan insanlar vardır, bir de orucun tuttuğu insanlar vardır. Herhalde ben ikinci gruba giriyorum.”
Bu arada, şunu da ilave etmeliyim ki, Hocaefendi kendisi için orucun zorluğuna işaret ettiği hemen her zaman, maden ocaklarında alın teri döken işçilerden tarlada güneşin alnında kavrulan çiftçilere, ateş karşısında ocaktaki ekmekle beraber pişen fırıncılardan ekmek parası kazanmak için akşama kadar çalışıp didinen insanlara kadar çok zor şartlarda da olsa oruç ibadetini eda edenleri anıyor, asıl sevabı onların kazandığına vurguda bulunup onlara dua ediyor.

Hocaefendi’nin Ramazan’daki 24 saati nasıl geçiyor?
Hocamız temkin vaktini de dikkate alarak imsaktan kırkbeş dakika önce salona çıkıyor, 7-8 kişi ile sahur yapıyor. İftar ve sahurda her zamanki gibi sade yeyip içiyor. Sahurda nane ve kekik karışımı ile zeytinyağına ekmek bandırarak, iki üç zeytin, biraz peynir, bir iki dilim domates ve bazen biraz haşlanmış patatesle kahvaltı yapıyor. Yemek esnasında bazen Samanyolu televizyonundaki programın bir kısmını seyrediyor.
İmsaktan onbeş dakika sonra durulan sabah namazını müteakip bir gün “uzun tesbihat” ertesi gün de “sabah duaları” okunuyor. Zat-ı alileri, Peygamber Efendimiz’in (aleyhissalatü vesselam) sürekli tekrar ettiği sabah zikirlerine çok önem veriyor. Bu sünnetin ihya edilmesi gerektiğini, hiçbir duanın Rasûl-ü Ekrem’in sözleri kadar nurlu ve bereketli olamayacağını, dolayısıyla sünnet olan sabah dualarının mutlaka okunması ve okutulması, bu adet-i nebeviyenin canlandırılması lüzumunu sürekli nazara veriyor. Tabii  her defasında dua yaparken şuurdan vize almak gerektiğini, duyarak okumanın ehemmiyetini de hatırlatıyor.
Hocamız, önceki senelerde Ramazan’ın vazgeçilmez bir esası olan mukabele sünnetine de mutlaka riayet ederdi. Sabah namazından sonra etrafında halelenen insanlara bir cüz okutur ve gözleri kapalı, huşu ile onları dinlerdi. Kendisi zaten Kur’an hafızıdır ve hıfzı çok kuvvetlidir; Kur’an’ın her harfinin hakkının verilmesini ister, yanlış okuyanı hemen kısık bir sesle uyarır ve hatasını düzeltirdi. İftardan sonra biraz güç ve tâkat bulunca da yine en az bir saat ders okuturdu. Mesela İbn Hacer Hazretleri’nin Fethü’l-Bârî’si, Seyyid Bey’in Medhal’i ve Abdulhakim Arvasî hazretlerinin er-Riyadü’t-Tasavvufiyye’si gibi eserler farklı yıllarda bu kutlu ay boyunca okunan kitaplardan sadece üçü.

Hâlâ bu usûl üzere devam ediyor musunuz?
Muhterem Hocamız son yıllarda mukabele ile beraber Kur’an-ı Kerim’i anlama ve en azından muhtevasına vakıf olma gayretiyle meal ve tefsire ağırlık veriyor. Önce bir Ramazan meal okundu. İki senedir de sabah namazlarından sonra Elmalılı Hamdi Yazır’ın tefsiri satır satır okunup takip ediliyor. İkindi akabinde ise, o sabah okunan ayetlerle alâkalı yaklaşık onbeş yirmi tefsir kitabında geçen farklı yorumlar özetleniyor; herbir arkadaşımız bir tefsiri okuyup özet hazırlıyor ve beş on dakikada onu arz ediyor. Arkadaşlarımızın aralarında taksim ettikleri tefsirlerin bazıları şunlar: İmam Maturidi-Te’vilâtü’l-Kur’ân, Zemahşeri-Keşşaf, Fahruddin Razi-Mefatihu’l-Gayb, Beyzavi-Envarü’t-Tenzil ve Esrarü’t-Te’vil, Ebu Hayyan-Bahru’l-Muhit, Ebu’s-Suud-İrşadu Akli’s-Selim ilâ Mezâyâı Kitabi’l-Kerim, Tantavî Cevherî-el-Cevâhir fî Tefsiri’l-Kur’âni’l-Kerim, Seyyid Kutup -Fi Zilâli’l-Kur’ân, Molla Bedreddin Sancar-Ebdau’l-Beyan, Bediüzzaman Said Nursi-Risale-i Nur Külliyatı.
Muhterem Hocamız hem okunan hem de hulasa edilen meal, tefsir, yorum ve şerhleri pür dikkat dinliyor; anında müdahalelerle, iştirak ettiği noktalara ya da katılmadığı hususlara işarette bulunuyor, ilave açıklamalar yapıyor; selef-i sâlihînin dini doğru anlama ve aktarma yolundaki meşkur gayretlerine dikkat çekip onları hayırla yâd ediyor ve dünün anlayışını günümüzün idrakiyle mezcedip hal-i hâzırın meselelerine ışık tutuyor.

Hocaefendi’nin Kur’anı anlama ile alâkalı bu uygulaması sadece sizin mekana mı has; bu konuda neler düşünüyor?
Muhterem Hocamız Kur’anı anlama cehdinin yaygınlaştırılmasını arzuluyor. İmam-hatip görevlilerinin, vakit namazlarından sonra okumuş oldukları aşr-ı şeriflerin hemen akabinde, tilavet ettikleri bölümlerin meallerini de vermelerinin halkımızın Kur’an-ı Kerim’i anlaması yolunda önemli bir vesile olabileceğini düşünüyor. Ramazan mukabelelerinin de aynı çerçeve içinde yapılmasının mevcut mukabele uygulamalarına nisbetle çok daha faydalı olacağı kanaatinde. Belki günlük okunan bir cüz’ ikiye bölünerek, mesela sabah namazı sonrası on, ikindi namazı sonrası on sayfa olmak üzere mukabelenin Kur’an’ın lafzı ve meali ile birlikte okunması sağlanabilir. Ana dili Arapça olmayan bizim gibi Müslüman milletlerin hepsi için söz konusu olan Kur’an’ı anlama problemi elbette bununla aşılamaz; ama böyle bir gayret, İlahi Kelam’ın mana ve muhtevasını öğrenme adına teşvikçi bir rol oynayabilir. Meal esnasında kafaya takılan ve soru işareti bırakan yerler, meraklı ruhlar ve düşünen beyinler için yeni bir tefekkür alanı açabilir ve insanların gerek kendi çabalarıyla meal ve tefsire yönelmelerine, gerekse imam-hatip, vaiz ve müftülerle müzakereye iştiyaklı hale gelmelerine kapı aralayabilir. Tabii bu konuda -özellikle en uygun ve genelin kabulüne vabeste geniş bir meal ortaya koyma noktasında- Diyanet İşleri Başkanlığı’na büyük iş düşüyor.

Sabahtan sonraki program nasıl oluyor?
Hocamız yaklaşık iki saat süren dersten sonra biraz istirahat etmek için odasına çekiliyor. Ramazan boyunca aktüalite ile ilgilenmiyor, hatta gazetelere bile bakmıyor. İstirahat haricinde virdleri ya da Kur’an ile alakalı yeni bir kitabın tashihleri ile meşgul oluyor.
Öğle namazına tam vaktinde çıkıyor. Genellikle, gün ikindiye kayarken rahatsızlıkları -özellikle de şeker hastalığı- tesirlerini bütünüyle göstermeye başlıyor, vakit ilerledikçe ayakta kalacak derman bulamıyor. Çoğu zaman namazı en arka safta, zorlukla tamamlıyor. Ender de olsa bazen nafileleri oturarak kılıyor. Her şeye rağmen, ikindi akabindeki tefsir müzakeresini devam ettiriyor. 
Âh o iftar vakitleri.. âh o hüzün ile hayranlığın iç içe girdiği dua anları... Ramazan haricinde her gün yarım saat hususiyle milletimiz, sonra bütün ümmet-i Muhammed ve topyekün insanlık için dua edilen bu mekanda, gün guruba kayınca, artık kafasını taşıyacak kadar bile mecali kalmıyor Hocamızın. Koltuğa yaslanıyor, başı bir tarafa düşmüş vaziyette durup ezanı bekliyor. Fakat o anda bile dudakları kıpır kıpır; vücudu yorgun olsa da gönlü dipdiri Allah’a yöneliyor, derdini O’na döküyor, istek ve ihtiyaçlarını bir bir O’na arz ediyor... Gözleri kapalı, elleri iki yanında açık, ağzının kupkuru olduğu ve dilinin zor döndüğü farkediliyor. Kalan bütün takati ve mecali ile yeryüzünde gözyaşlarının dinmesi, aç ve hastalara acilen yardım ulaşması, mazlumların kurtulması, bilhassa halkı müslüman olan ülkelerde umumî bir sulhün daim olması için dua ettiğini tahmin etmek zor değil. Çünkü, söz açıldığında konuyu mutlaka bu noktaya getiriyor. İftarı onunla beraber dualarla intizar edenlerin ve onu o halde görenlerin kimileri, derin bir nefis muhasebesi ve "Ben de oruç mu tutuyorum ki?" şeklindeki iç hesaplaşmasıyla, onun dualarına "amin" diyor; kimileri de aynı istek ve talepleri yanaklarından süzülen gözyaşlarına yükleyerek hal diliyle terennüm ediyorlar. Kalbler ortak hislerle atıyor; o an tek bir duygu benlikleri sarıyor: "Ne olur Allahım, sadece Senin rızanı arayan ve ona ulaşmak için bunca sıkıntıyı rıza ile göğüsleyen şu kulunun dualarını kabul eyle!.."

Hocaefendi’nin iftarını anlatır mısınız?
Hocamızın ihya edilmesini gerekli gördüğü sünnetlerden biri de i’tikâf’tır. Malumunuz olduğu üzere, i’tikâf; cemaatle namaz kılınan bir mescid veya o hükümde bir yerde, ibadet niyetiyle durmak ve ikâmet etmek demektir. Gerçi mü’minler arasında i’tikâf bilinir ve dünyanın pek çok yerinde yapılır ama günümüzde bu ibadete de gerektiği kadar değer verildiği söylenemez. Oysa, Rasûl-i Ekrem Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine’ye hicretinden sonra, ruhunun ufkuna yürüyeceği âna kadar her Ramazan’ın son on gününü i’tikâf ile değerlendirmişlerdi. Hocamız da yıllardır, sünnete ittiba ederek Ramazan’ın son on gününü mutlaka i’tikâfta geçirirler; bunu bazı seneler yirmi ve hatta otuz gün devam ettirdikleri de olur. Muhterem Hocaefendi Ramazan boyunca inziva ve i’tikâfta olduğu için davetlere icabet etmiyor, kendisini aktüaliteye çekebilecek misafirler ağırlamıyor. Vakit girince hurma ve su ile orucunu açıp önce akşam namazını cemaatle kılıyor, sonra iftarını yalnız yapıyor. O esnada bazen Samanyolu anahaberin bir bölümünü seyrediyor. İftardan sonra gücü yettiği kadar az sayıdaki misafirlerle ve herhangi bir meselesini istişare etmeyi bekleyenlerle görüşüyor; dert dinliyor, çareler söylüyor.

Teravih kılabiliyor mu?
Her gece yine vakit girer girmez cemaatle yatsı namazını kılıyoruz. Biz misafirlerle beraber alt salonda teravihimizi hatimle edâ ediyoruz. Hocaefendi de teravih namazını hatimle ama özene bezene ikâme ediyor. Biz yirmi rekatı bitirince Hocamız ancak namazın yarısını tamamlamış oluyor. Salona çıkıp biraz dinlendikten ve şekerini dengelemek için bir iki lokma atıştırdıktan sonra diğer on rekatı tamamlıyor. Oldukça uzun süren kıraatini gücü yettiği kadar ayakta yapıyor; çok rahatsız olduğu zamanlarda nadiren oturarak kıldığı da oluyor ama yine de hatimle namazını aksatmıyor; dahası bazen bir hatimle de yetinmiyor. Kendi ifadesiyle, “Hadi, şu ikiyi de ayakta kıl, diğerinde oturarak eda edersin!” diye diye “nefsini kandırıyor” ve çoğunlukla namazı ayakta kılarak tamamlıyor.
Gece boyunca çok az istirahat ediyor; özellikle son on gece hemen hemen hiç uyumuyor; Kur’an ve dua ile meşgul oluyor. Yanında kalan insanları da hususiyle son on gün çok az uyumaya ve o bereketli anları azamî surette değerlendirmeye teşvik ediyor. Hocamız bir dönemde birkaç kişi ile dua paylaşmış ise, onu artık hep devam ettiriyor. Otuz kırk sene önce bazı dostlarıyla taksim ettikleri virdlerini bugün de aksatmadan okuyor. Böyle olunca, bir grupla el-Kulûbu’d-Daria, bir diğeriyle Cevşen ve bir başkasıyla salât-ı tefriciye taksiminde kendisine düşen bölümleri mutlaka her gün tamamlıyor. Tabii böyle bir itiyad da her gece bir-iki saatini dolduruyor.

Bu Ramazan’ı öncekilerden ayıran en önemli farklılık neydi?
Gerçi insanlığın, ümmet-i Muhammed’in (aleyhissalatü vesselam) ve milletimizin halledilmeyi bekleyen pek çok meselesi vardı ve hala var. Fakat, bir yanda komşumuz Suriye’de akan kan ve gözyaşı, diğer tarafta Afrika’yı kasıp kavuran kuraklık ve açlık felaketi, bu Ramazanda diğer dertlerimizi muvakkaten de olsa unutturdu ve hepsinin yerini işgal ederek gelip üzerimize kara bir bulut gibi çöktü.
Bu sene derslerimizde ayrı bir hüzün, iftarlarımızda farklı bir burukluk, gecelerimizde değişik bir keder var. Sokak ortasında kafasından vurulup yere yığılan insanların silüetleri ve açlıktan bir deri bir kemik kalmış çocukların hayalleri hiç ayrılmıyor gözümüzün önünden. Müzakerelerimizin konusu ne olursa olsun, söz bir şekilde dönüp dolaşıyor ve Somali, Kenya, Uganda ya da Etiyopya’da açlıktan kıvranan insanlara gelip düğümleniyor.

Ramazanlar’da o talihli evdeki hava nasıl oluyor?
Misafirler asude ve içe derin bu evde kendilerini Anadolu’nun sıcak bir ocağına girmiş gibi hissedeler. Burada hemen her zaman yapılan ibadetlerin, müzakere edilen konuların, düşünce ve inanç dünyamızla alâkalı tahlillerin, terkiplerin; daha başka içtimaî münasebetlerin enginliğine kendilerini salar ve adeta rüyada yaşıyormuş gibi olurlar. Gerçekten burada çok defa esrarlı bir akım, sırlı bir sükûnet ve huzur veren bir sekine hissederler. Farklı bir hava, manevi bir tat, değişik bir neşve ve husûsî esintilerle gönüllerinin meşbu olduğunu duyarlar.
Buranın sâkinlerine gelince, onlar biraz daha temkinlidir. Hocaefendi’yi sürekli ızdıraplı görmek, hep onun gözyaşlarına şahit olmak ama onun ufkundan uzak bulunmak, o zahirî tali’lilere çok ciddi gel-gitler yaşatmakta; bitevi bir nefis muhasebesi onlardaki diğer bütün duyguları adeta baskı altına almaktadır. Dahası, çoğunda aradan geçen yıllara rağmen hala öğrencilik psikolojisi ve her gün ders verme heyecanı hakimdir. Fakat, hemen hepsi hâlinden memnundur.. günleri okuyup düşünme, düşünüp Hakk’a yakınlık arama hisleriyle dopdolu geçmektedir.
Diğer taraftan, Ramazan ayında cömertliği kat kat artan Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) ve selef-i salihîn efendilerimiz gibi, Müşfik İnsan da uzak yakın çevresini değişik ihsanlarla sevindirir. Malının bir kısmını gece bir kısmını gündüz, birazını gizli birazını da açıktan veren Hazreti Ebu Bekir ve Hazreti Ali efendilerimize ittibâen, Hocamız, bu ayın başında daha ortada hiçbir yardım teşebbüsü mevcut değilken, Kimse Yok Mu Derneği’nin “Afrika Gıda Kampanyası”na onbin dolar bağışladığı gibi, bazen başkalarını da hayra teşvik için ikram u ihsanlarının duyulmasına ses çıkarmaz; fakat çoğu zaman, muhtaç olduğunu zannettiği birine kimsenin görmeyeceği anları kollayarak yardım eder, hatta bir başkasının eliyle onun ihtiyaçlarını görerek kendisi işin içinde hiç yokmuş gibi davranır. Hocamız, bu mekanın mutfakta çalışanından talebesine kadar hemen herkesin hal ve hatrını sorar, dertlerine ortak olur ve gizli-açık ihsanlarından onları da nasipdâr eder ki, aslında onun sadece bir tebessümüne muhatap olmak, o mekanın -az önce ima ettiğim- bütün zorluklarını uzun süre aşmaya yeter de artar.

Hocaefendi’nin odası nasıl?
Bazı kimseler, herkesi kendi dünya tutkuları ve yaşama arzuları zaviyesinden değerlendirerek çiftliklerden, villalardan, lüks hayattan ve şatafattan bahsedip dursalar da, Hocaefendi tam oniki senedir tek odacıkta sabahlıyor akşamlıyor. Dahası o oda, Türkiye’de olsa yirmi-otuz kişinin kalacağı bir öğrenci yurdu bile yapılamayacak kadar -ısı ve ses yalıtımı konusundaki yetersizlikleri gibi sebeplerle- namüsait bir binada yer alıyor.
Evet, M. Fethullah Gülen Hocaefendi, bir tepenin üzerindeki şirin bir bahçe içerisine inşa edilmiş yedi-sekiz kardeş evden birinin sadece tek odasında kalıyor. Yatağı, çalışma masası, elbise dolabı, kütüphanesi, küçük buzdolabı, abdesthanesi, koşu bandı ve Türkiye’nin farklı illerinden gelen toprakları da mübarek bir hediye olarak içinde muhafaza ettiği müzeciği... hepsi bu tek odaya sığdırılmış/sıkıştırılmış bir halde.
Hocaefendi, âhirete açık, dünyaya bütün bütün kapalı o ukbâ televvünlü odada sürdürüyor hayatını. Orada yazıp çiziyor, orada oturup kalkıyor, yürüyüşünü orada yapıyor, orada istirahat ediyor ve orada geceler boyu Cenâb-ı Hakk’a el açıp dua dua yalvarıyor. Önceleri derme çatma bir barınağı, evvelki gün bir cami penceresini ve dün tahta kulübeyi mesken edinen aziz Hocamız, bugün de o talihli mekanı biricik misafirhanesi olarak görüyor. O mütevazı oda, hasret ve hicranını bağrında saklıyor Hocaefendi’nin; gözyaşlarına şahit oluyor muzdarip sakininin.
Hocamızın maddeten küçük mana itibarıyle çok değerli camekanında (müzeciğinde) yer alan önemli hatıralardan birkaçı şunlar: Lıhye-i şerif, Türkiye’nin dört bir yanından gönderilen toprak kutucukları, bir parça Kabe örtüsü, Mescid-i Nebevî’nin halısı, Hazreti Üstad’ın külahı ve sarığı, çeşit çeşit renk renk tesbihler.. bir de üzerinde Türkiye’nin tozu, toprağı, havası bulunan takım elbisesi ve ayakkabıları. Hocaefendi, hemen her eşyasını hediye edebilir, zaten eline ne geçerse dağıtıyor ama o takım elbise ve ayakkabıların yeri başka. Birgün nasip olur da çok sevdiği vatanına dönerse, inşaallah üzerinde onlar olacak.

Hocaefendi, Türkiye’den en çok neyi özlüyor?
Hocaefendi memleketinin her parçasını, hatta bir şehirlerarası yolculuk esnasında biraz durup azıcık dinlendiği, bir ayranını, bir çayını içtiği çay ocaklarını, dinlenme tesislerini bile özlüyor. Korucuk Köyü’nü, İzmir’i, Bozyaka’daki odasını ve tahta kulübesini, Edirne’yi ve Üç Şerefeli Cami’nin pencere arasını hasretle yâd ediyor. Tabii en çok da hizmet erlerini, simalarıyla inşirah bulduğu mefkure arkadaşlarını ve 12 senedir hasretini çektiği bazı dostlarını özlüyor.
Bulunduğumuz yerde Süleymaniye, Sultan Ahmet ve Kocatepe gibi hiçbir mâbet yok. Evimizin hemen her odasına koyduğumuz elektronik saatlerle ezan hasretimizi dindiriyoruz. Burada minarelerin o büyülü sedası duyulmuyor; mâbetlerden o coşkulu salavât ve tekbir sesleri yükselmiyor. Dolayısıyla Hocamız, okyanus ötesi uzaklarda da olsa, bizim her zaman uhrevîlikle tüllenen camilerimizi, onları lebâleb dolduran Hakk’ın sadık kullarını, onlardaki haşyet, saygı ve mehâbeti hayal ederek teselli olmaya çalışıyor. Bazen, gözlerini kapayıp, kendini ya bir şadırvan başında, ya melekler gibi saf bağlamış insanlar arasında, ya bir kürsüde, ya da bir mihrapta tahayyül ediyor; bazen de Ramazanlaşan dünyayı evlerimize aksettiren Samanyolu Televizyonu vesilesiyle mâbetlerden yükselen o saf ve dupduru seslerden ve gönüllere inşirah olup akan manzaralardan payını alma heyecanı yaşıyor. Dünyanın dört bucağında birer meşale tutuşturma aşkıyla rekabetsiz yarış yapan eğitim gönüllüleriyle alâkalı bölümleri gözyaşlarıyla, takdir hisleriyle ve hayır dualarıyla seyrediyor. Yine en karanlık diyarlarda bile hoşgörü ve diyalog çatısı altında bir araya gelip barış ve dostluk mesajlarıyla etrafa ışık saçan bahtiyarları "diyaloğun meyveleri" olarak hayranlıkla izliyor ve "Allah kem nazarlardan muhafaza etsin; ihlas ve istikametten ayırmasın!" demeyi de ihmal etmiyor. Hele evladını hicrete uğurlayan anne-babalar ile şehit aileleri için verilen iftar yemeklerindeki hüzünlü tablolar ve o fedakar insanların yürek yakan sözleri karşısında sofra başında öyle gözyaşları döküyor ki onu dile getirmeye ne iç âlemimiz ne de ifade gücümüz kifayet eder.
Zannediyorum medyaya da yansıyan şu mülahaza Hocamızın hasretini çok güzel ifade etmektedir: Bir gün şöyle demişti: Öyle arzu ediyorum ki, Türkiye’nin farklı yerlerinden gelen şu toprakları geniş bir alana sereyim, karıştırıp katılaştırayım ve ondan bir seccade yapayım da artık namazlarımda vatan toprağına secde edebileyim. Evet, bunu yapmayı çok istiyorum ama bir bidat çıkarmış olacağım endişesiyle bu hissimi bastırıyor ve daussıla duygularımı gönlüme hapsediyorum.

O’nu bu Ramazan’da en çok üzen ve en çok sevindiren sizce neydi?
Görebildiğim kadarıyla, Hocamızı hemen her zaman en çok kederlendiren husus, kavga, kargaşa, fitne ve şehit haberleri oluyor. Türkiye’nin bazı şerli ellerle karıştırılması ve askerinden polisine güvenlik güçlerimizin mensuplarının ve diğer vatandaşlarımızın -şehadet şerbeti içerek de olsa- hayatlarını kaybetmelerine çok üzülüyor.
Bununla beraber, Muhterem Hocamızı bu Ramazanda en çok dağidar eden hadiseler bir yanda komşumuz Suriye’de akan kan ve gözyaşı, diğer tarafta Afrika’yı kasıp kavuran kuraklık ve açlık felaketi oldu.
Neyse ki, milletimiz insanlığın ölmediğini gösterecek ve bu gam yurdunda yüzümüze bir tebessüm konduracak kadar duyarlı davrandı. Devlet büyüklerimizden iş, sanat, spor, medya ve siyaset dünyasının tanınmış simalarına kadar, hemen her kesimden hassas ruhlar, hem kendileri yardım yaptılar hem de yardım çağrılarında bulundular/bulunuyorlar. Resmi kurumların yanı sıra özel kuruluşlar da bütün imkanlarını seferber ederek “imdad” çığlıklarına bir an önce yetişebilmek için çabalıyorlar.
Samanyolu Televizyonu ile Kimse Yok Mu Derneği’nin ortaklaşa düzenledikleri “İnsanlık Ölmedi” programı ve yardım kampanyası Hocamızı çok sevindirdi. Kendileri normalde gün boyu televizyonu açmadıkları halde, Amerika saatiyle iftar öncesinde başlayıp sonrasında da devam eden o programı gözyaşlarıyla seyretti. Bizzat stüdyoya gelip telefonlara cevap veren tanınmış simalar, yardımların artması için çırpınan gönüllüler, canlı yayına telefonla bağlanan devlet büyükleri, işadamları, cömert halkımız ve hatta çocuklarımız Hocamıza epey sevinç gözyaşları döktürdü. Hocamız, başkası ne düşünürse düşünsün, o programı ağlayarak seyrettiğini anlatan E. Özkök’ün “Sadece gözleri büyüyor... Neden” başlıklı yazısını da bir hayır etrafında bütün bir millet olarak toplanabileceğimizin ve halkımızın Afrikalı’nın imdadına yetişme konusundaki hassasiyetinin bir emaresi sayıp takdirle karşıladı.

Son cümlenizde “Başkası ne düşünürse düşünsün” kaydı koydunuz. Buna neden ihtiyaç duydunuz?
Bazıları, senelerce muhalif ve mesafeli davranmış, hatta bir yönüyle kötülükler yapmış insanların şimdilerde müsbet sözler söylemelerini ve olumlu yaklaşımlarını misyonu bitmiş, gözden düşmüş kimselerin gündemde kalma çabaları olarak değerlendiriyorlar. Bu yorum kimileri hakkında doğru da olabilir. Fakat, Hocaefendi, kim olursa olsun bir insan hakkında bu türlü mülahazaların uygun olmadığını, insanlara fırsat verilmesi gerektiğini ve eşref-i mahlukâtın her zaman özündeki o şerefe muvafık davranmaya açık bulunduğunu dile getiriyor. Bu açıdan da insanın özünde iyilik ve güzellik mayasının var olduğuna inanan mü’minlerin, müsbet en küçük bir söz ya da davranışı alkışla karşılamaları gerektiğini vurguluyor. Ona göre, başkalarından beklediğimiz hassasiyet ve anlayışı öncelikle kendimiz ortaya koymalı ve herkesten evvel biz empati yapmalıyız.

Fakat herkes bu kadar hassas davranmıyor. Hele Hocaefendi’ye karşı saygısızca denecek şekilde yazıp çizenler ve her menfi hadiseyi hizmet hareketine bağlayanlar oluyor?
Öncelikle, onlar bizim muallimimiz değil; herkes kendi karakterinin gereğini sergiler. İnancımıza göre, misliyle mukabele etmek dahi bir yönüyle zâlimce bir kaidedir; dövene elsiz, sövene dilsiz ve kalbsizlere karşı bile gönülsüz davranmak ise Hocaefendi’nin sürekli dile getirdiği esaslardan.
Esefle ifade etmeliyim ki, sayıları az da olsa sesleri çok çıkan bir kesim dediğiniz gibi davranıyor ve belki de bunu bir kara propaganda olarak kullanıyorlar. Geçen gün de bir felsefeci, diğer tarikatlerde olduğu gibi hizmet hareketinde de “özgür iradelerin kapıda bırakıldığını” ve “robot yetiştirildiğini” söyledi; dahası bir cümlede belki on tane iddia sıraladı ama hiçbiri hakikati yansıtmıyordu.
Maalesef ekseriyetle uzaktan ve ezbere konuşuyorlar. Hareketi araştıran bir Amerikalı akademisyen demişti ki: Bir kitap çalışması için Hocaefendi’yi sevenlerle de onun müzmin muhalifleriyle de görüştüm. Hayretle gördüm ki, sayın Gülen hakkında atıp tutanların hiçbiri onun tek bir kitabını bile baştan sona okumamış ve hareketin gönüllüleriyle birkaç saatliğine olsun biraraya gelmemişler. Sadece gazete küpürleriyle konuşuyorlar, duyduklarıyla hüküm veriyorlar.”
Gerçekten, Hocaefendi’yi yakından tanıyanlar ve ilhamını ondan alan kurumların çalışmalarına az çok vakıf olanlar, sadece o felsefecinin iddialarının bile ne kadar tutarsız, önyargılı ve genellemeci olduğunu görürler. Zannediyorum, bu türlü insanlar İslam medeniyetindeki istişare, müzakere ve muhasebe geleneğinden habersiz. Halbuki, selefleri misillü Hocaefendi de çocuğu yaşındaki insanlarla bile her şeyi istişare ediyor. Dahası kendileri her dönemde ilahiyat mezunlarından oluşan en az on kişilik halkaya doktora seviyesinde ders okutmaktadır ve şimdiye kadar okuttuğu onlarca talebeyle hemen her meseleyi müzakere masasına yatırmıştır. Latife ile karışık söyleyeyim; enaniyeti en kavi meslek gruplarından olan ilahiyatçıların her duyduklarına inanmaları mümkün değildir. Ayrıca, Türkiye’de fikirleri en çok müzakere edilen insanlardan biri yine Hocaefendi’dir. Bu açıdan da, ilhamını ondan alan hareketin özü mutlak itaat ve robotluk değil, makuliyette bir araya gelme ve teklif edilen hizmetin mantıklı oluşunda buluşmadır.
İddia sevimli bir şey olmasa da, bu konuda iddiaya bile girebilirim: Şayet her teklif sadece Hocaefendi’nin dudaklarından döküldüğü şekliyle kabul edilip uygulansaydı, bazı meselelerde ve yerlerde belki şimdikinden çok daha başarılı olunacaktı. Fakat hakikat öyle değil. Büyükler fikirlerini söylerler, sonra insanları muhayyer bırakırlar, hatta bazen yanlış olduğunu göre göre -hayati bir mevzu değilse- muhataplarının deneme yanılma yoluyla yetişmelerine fırsat verir ve insanların önlerini açarlar.

Hocaefendi bu tenkit ve ithamlar karşısında üzülmüyor mu? Tavrı nasıl oluyor?
Mutlaka üzülüyor; fakat, muhterem Hocamızın üzüntüsünün kat’iyen kendi şahsıyla alakalı olmadığına inanıyorum. O, kendilerine hizmet madalyası verilmesi gerekirken bir mücrim muamelesi gören adanmış ruhlar adına müteellim oluyor. Şahsından dolayı o insanların ve hayırlı hizmetlerinin ademe mahkum edilmesi karşısında ızdırap duyuyor. Hatırlayacaksınız, Sinan Çetin bey, sırf Hocamızı takdir etti diye nelere maruz kaldı; adeta bir nevi medyatik linç girişimine ve mahalle baskısına/saldırısına uğradı. İşte sayın Çetin gibi insanların rencide edilmesinin Hocamızı kendisinin maruz kaldığı zulümlerden daha çok üzdüğünü görüyorum.
İşin bir de vicdan ve muhasebe boyutu var. Hocaefendi gibi insanlar maruz kaldıkları haksızlıklar ve musibetler karşısında kendi nefislerinden başka suçlu aramazlar. “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın! Siz doğru yolda olduktan, hidayeti tabiatınız haline getirdikten sonra dalâlete düşmüş kimseler size zarar veremez.” (Mâide, 5/105) ayetinden, her olumsuz hadisede önce kendilerini sorgulamaları gerektiği dersini çıkarırlar. İnsanlar haksızlık yapsa da kaderin adalet ettiğini düşünür ve menfi her hadise neticesinde istiğfara yönelirler.

Bu konunun açıklığa kavuşması açısından müşahhas bir misal verebilir misiniz?
Bu konuda size çok yeni bir örnek anlatmak istiyorum: Biliyorsunuz geçtiğimiz gün merkez üssü Virginia eyaletinin başkenti Richmond olan bir deprem meydana geldi. Sarsıntıyı, bulunduğumuz Pennsylvania eyaletinde biz de hissettik. Bu bölgede on iki senedir ilk kez bir depreme şahit olmuştuk. Ardından genellikle bu ülkenin yaptığı zulümleri hatırlatan ve onlara karşı ilahi bir ihtar olduğunu vurgulayan pek çok yorum dinledik ve okuduk. Ertesi sabah Hocamızın değerlendirmesini almak için te’vil-i ehadis açısından o depremi sorduk. Aldığımız cevap şöyleydi: Yatağımda oturuyordum, biraz dinlenecektim, o sırada sarsıntıyı hissettim. Dedim ki; her halde ülkemizde peşipeşine şehit haberlerinin geldiği, Suriye’de sürekli müslüman kanının döküldüğü ve Afrika’da açlıktan, kuraklıktan binlerce insanın öldüğü şu günlerde, her şeyin bıçak sırtında götürüldüğü bir dönemde, bana düşen kalkıp başımı seccadeye koymak ve ağlamaktır. Onun için burada ayağımın altında arz sarsıldı. Ben kendime bakan yönüyle depremi böyle yorumladım. Herkes Allah’la münasebeti, ümmet-i Muhammed’e alakası ve gafletle arasındaki mesafe ne kadarsa, ona göre değerlendirmelerde bulunur. Bazı kimseler vardır ki, gökten bir meteor düşse, “Benim yüzümden düştü, çünkü ben Allah’ın bahşettiği imkanları iyi değerlendiremedim.” derler. Bu mü’mince bir düşünce tarzıdır. Bazıları da “Kim bilir Virginia’da ne halt karıştırdılar, onlardan dolayı Allah yeri sarstı.” diyebilirler. Gafil insanlar kendi üzerlerine hiçbir şey almaz ve ilahi ikazları hiç anlamazlar. Kendinden bilme.. kıyamet kopsa, kendinden bilme.. “Galiba benim yüzümdem koptu. Çünkü konumumun hakkını veremedim. Hislerimi öne çıkardım. O’nun sevdiğini sevemedim, sevdiklerim de O’nun sevdiği olmadı. Âlaka duyduklarım O’nun değer verdikleri olmadı. O’nun değer diye ortaya koyduğu şeylere de ben değer vermedim. İşte bundan dolayı bu felaket geldi.” Meseleye hep böyle bakmak lazım.
Evet, Virginia’daki depremi böyle değerlendiren bir insanın doğrudan kendisini alakadar eden meselelere bakışı az çok tahmin edilecektir zannediyorum.

Hocaefendi’nin bu Ramazan’a has özel bir mesajı oldu mu?
Muhterem Hocamız geçen sabah, çok önemli olmasına rağmen üzerinde durulmayan bir mevzuya dikkatlerimizi çekti: Evet, kıtlık ve kuraklıkla mücadele yolunda maddi sebeplere mutlaka riayet edilmelidir; fakat, mü’minler, her şeyden önce Müsebbibü’l-esbâb’a yönelmeli ve fiilî dua ile beraber kavlî duanın gereğini de ortaya koymalıdırlar.
Maalesef, bugün insanların pek çoğunda ciddi bir itikad problemi var; her meseleyi naturalizme bağlama ve esbab-ı tabiiyye ile izah etmeye çalışma hastalığına mübtela kimseler, hadiselerin perde arkasını göremiyorlar. Dolayısıyla, kuraklık ve kıtlık gibi tabiî afetler hususunda da isabetli bir değerlendirmede bulunamıyor ve asıl çalmaları gerekli olan kapıyı bilemiyorlar.
“Mü’minlerin derdiyle dertlenmeyen onlardan değildir.” hadisini hatırlatan, “Yardım ve desteğin hangi türüyle o insanların imdadına koşulursa nezd-i uluhiyette hora geçer bilinmez. İstiska duası da bir yardım vesilesidir.” diyen Hocamız, dünyanın her yanında Afrika’daki muhtaç kardeşlerimiz için istiska duası yapılmasını çok istedi.
Muhterem Hocamızın bu ikaz ve teşvikleri üzerine  www.herkul.org üzerinden İstiska Duası için çağrıda bulunduk ve bir dua hazırlayıp sitemizde neşrettik. Biz de burada yedi gün boyunca her sabah istiskâ duası yaptık; hadis-i şeriflerde tarif edildiği üzere Rabbimize el açıp O’ndan Afrika için rızık talep ettik; hassaten Somali, Kenya, Uganda ve Etiyopya’daki kardeşlerimiz için yağmur, bereket ve yardım niyazında bulunduk.
Evet, madem ki bugün medya organları vasıtasıyla oradaki kıtlık, kuraklık ve açlıktan haberdârız, o felakete bigâne kalamayız. Dünyanın neresinde olursak olalım, elimizden gelen maddi yardımları yapmakla beraber, en azından yürekten çıkan bir “amin” sözüyle de kardeşlerimizin dertlerini paylaşmalıyız. Henüz vakit geçmiş değil, şimdiye kadar yapamamış olanlar, inşaallah ilk fırsatta yağmur duasına çıkarlar.
Hocaefendinin Afrika’daki kuraklık ve kıtlık hakkındaki konuşmalarında, maddi yardım ve yağmur duası ile alakalı yaptığı tahşidatlarda hangi hususlara vurgu vardı? O sözleri dinlemiş bir insan olarak şu andaki hissiyatınızı öğrenebilir miyiz?
Öncelikle kıtlık, kuraklık ve açlığın pençesinden kıvranan insan manzaraları yüreğimizi hoplatmalı ama Rezzak-ı Hakiki’ye karşı suizanna sebebiyet vermemeli. Yüce Yaratıcı merhametlidir ve o muhtaçların içler acısı manzaralarını görmektedir. Fakat kim bilir o açlık çeken insanların hallerinde de Allah’ın ne hikmetleri vardır. Belki başta Afrika insanı olmak üzere, topyekün müslümanların intibahı için bu bir vesile olacaktır. Belki, küllî bir istiğfar lazımdır ki sema kapıları açılsın. Belki burada çektiklerine bedel Cenab-ı Hak o insanlara Cennet nimetlerini bahşedecektir ve bununla bütün dünyaya bir şey anlatmaktadır. Belki o yardıma muhtaç beldelere yönelen teveccühlerle o ülkelerin istikbali parlayacak, yapılan maddi manevi yardımlarla oralar kalkınacak, hele okul ve sağlık kuruluşu gibi kalıcı yatırımlarla gelecek nesillere el uzatılacaktır. Ve belki de sair ülkelerdeki ümmet-i Muhammed’in kendi haline bakıp şükürle gerilmesi ve onların gönüllerinde yardım şuuru gibi hasletlerin yeniden dirilmesi bu sayede olacaktır. Bu maddeler ilk akla gelen hususlar. Şu kadar var ki, müminler bu işin arka planını düşünmeli ve icraat-ı ilahiye hakkında asla suizanlara girmemelidirler. Meseleyi evvel, ahir, zahir ve batın yönleriyle bir bütün olarak değerlendirmelidirler.
Saniyen; sebeplere riayet esastır ve çalışıp ardına düşmeden rızık beklemek doğru değildir. Bununla beraber, Cenab-ı Hakk’ın Müsebbibü’l-esbab bulunduğu ve hatta milletin gönlünden kopan yardımların en uygun yerlere ulaşması noktasında bile O’nun hidayetine, inâyetine ihtiyaç olduğu da unutulmamalıdır.
Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) kıtlık ve kuraklığa karşı bize istiskâ duasını talim buyurmuş ve onun usûlünü, âdabını bizzat göstererek ortaya koymuştur. Bu itibarla, mü’minler o âdaba uygun olarak el açıp dua etmelidirler; bunu yaparken de, “Biz dua edelim de Allah ister yağdırır isterse de yağdırmaz!” gibi yanlış bir kanaatle değil, “Rabbimiz rahmet musluklarını mutlaka açacak” itikadıyla, O’nun sebepleri yaratıp hiç tahmin bile edemeyeceğimiz şekillerde rızık gönderebileceğine tam bir inanmışlık içinde Allah’a yalvarmalıdırlar.

Sahiden benim bulunduğum bir ortamda da Hocaefendi “Rabbimizin merhametinden şüphe etmeyin ve onun icraatını sorgulamayın, kendinize ve yapmanız gerekenlere bakın!” dedi ve bunu söylerken de çok ağladı.
Mustafa Bey, Merhum Hamdi Yazır’ın üslubuyla söyleyecek olursak; Allah’ın iki eli de açıktır; yed-i cemâli (cemâl eli) de açık, yed-i celâli (celâl eli) de. Bir dönemde, bazıları, “Yedullahi mağlûletun-Allah’ın eli bağlıdır” demiş; başka meselelerle beraber, inananların çektiği sıkıntıları -haşa- Yüce Yaratıcı’nın acizliğine ve merhametsizliğine bağlamışlardır. Hâşâ ve kella, O cimri değil, mutlak cömerttir; âciz değil, mutlak kâdirdir. Rezzak O’dur, rızık O’ndandır. Cenab-ı Hak dilerse, çölleri gülşene çevirir. Nasıl dilerse öyle verir; isterse verir, isterse vermez.. isterse az verir, isterse çok; isterse hesap ile verir, isterse hesapsız; isterse sebep ile verir, isterse sebepsiz.
Bir zamanlar gökten bıldırcın eti ve kudret helvası indirip çölün ortasında semavî sofralar kurduğu, bir asâ darbesiyle taşın bağrından oniki pınar fışkırttığı ve kendisini Hakk’a adayan Hazreti Meryem’i harikulade şekilde rızıklandırdığı gibi, Rezzak-ı Hakikî dilerse, bizim hiç anlayamayacağız şekillerde ve basit vesilelerle kullarını yedirip içirir. Sizi vesile kılması ve merhametli ellerinizle muhtaçlara su, aş, ilaç ulaştırması da O’nun meşietiyle değil midir?
Bir yudum su, bir dilim kuru ekmek için inleyen insanları Hazreti Müheymin görüyor. Allah, Latif, Habîr ve Rahman’dır. O’nun engin rahmeti yanında kulların acıma hislerinin hiç sözü olmaz. Kim bilir, belki de şu anda yaşanan Afrikalının değil, sâir yerlerdeki insanların, bilhassa inananların imtihanıdır.

Ramazan boyunca Türkiye’den gelen şehit haberleri O’nu nasıl etkiledi?
Vaktinden evvel dalından kopan bir yaprağın hüznünü yaşayan Hocaefendi’nin gencecik fidanlarımızın toprağın bağrına düşmeleri karşısında duyduğu hicranı tarif etmekten âcizim. Daha bir ay önce İzmir’de eğitim uçuşu sırasında düşmekte olan uçağın halka zarar vermemesi için kendi canlarını feda eden pilotlarımızın arkasından gözyaşı döktüğü bir esnada, Diyarbakır’ın Silvan kırsalında şehadet şerbeti içen şehitlerimizin haberini aldığı anı hatırlıyorum. İki büklüm oluşu, o anda yanaklarından tahassür damlalarının süzülüşü ve ellerinin duaya kalkışı gözlerimin önünde.
Geçen sabah namazından sonra ders halkasında yerlerimizi almış, başlama işaretini bekliyorduk. Baktık ki aziz Hocamız yine çok mükedder. Önce sebebini anlayamadık. Sonra titreyen sesiyle kendisinden dinledik. Meğer gece yarısı kara haber iletilmiş kendisine; Hakkari’nin Çukurca ilçesinde askeri konvoyun geçişi sırasında yola döşenen mayının patlatılması sonucunda ondan fazla şehidimizin ve pek çok yaralımızın olduğu bildirilmiş. O anki elem, acı ve küçük bir inşirah vesilesi arayışıyla odasına girmiş. Milletimize ve şehitlerimize dua etmek için masasındaki el-Kulubü’d-Dariâ’yı almış. Önce tefeül yapmak isteyince karşısına Ashab-ı Bedir ile alakalı dua çıkmış. Kendi ifadelerinin iması öyle olduğu gibi, bunu dinleyince bizim gönlümüze düşen mülahaza da, -inşaallah- o yiğitlerimizin “Bedir Ashabı”na komşu oldukları, onlarla beraber haşredilecekleri şeklindeydi.

Bu problemin çözülmesi ile alakalı yorumları oldu mu?
Hocamız, her fırsatta, terörün hedefine asla ulaşamayacağını; insanımızı bir müddet daha ağlatsa da halkımızın basireti karşısında mutlaka mağlup olacağını belirtiyor. Aslında, Hocaefendi senelerdir bu konudaki tekliflerini yazılı ve sözlü olarak dikkatlere arz ediyor. Sadece kaba kuvvetle çözüm aranmaması, diplomasininin işletilmesi, askeri ve sivil çözüm arayışlarının dengelenmesi, o bölgenin cazibe merkezi haline getirilmesi; öğretmen, doktor, imam ve sair kamu görevlilerinin bizzat sahada fedakarlık göstermeleri; sivil toplum örgütlerine daha aktif rol verilmesi ve terörle mücadelenin insan hak ve özgürlüklerini kısıtlamayacak şekilde önlemler alınması gibi konularda ikazlarda bulunuyor, tekliflerini sıralıyor.
Bununla beraber Hocamızın son sohbetlerinden anladığım kadarıyla hal-i hazırda iki sırlı kavram var:
İlki, ortak akıl: Bu derdi tek bir kurum ya da kitle bitiremez; bu ülkenin ve halkının istibalini ve ikbalini isteyen -Türkü Kürdü, iktidarı muhalefeti, askeri ve siviliyle- herkesin el ele vermesi ve beraber çalışması şart.
İkincisi ise, samimiyet: Kolektif şuurun gereğini yerine getirenlerde “samimiyet” zaruri. İnisiyatif ele geçirme, tarihe geçme, temsilci olma, makam tutma, dünyalık devşirme... türünden bir kısım gizli hesapları bulunan kimseler bu problemi çözmeye asla muvaffak olamazlar. Önde gelen bir Kürt politikacının gözleri dolu dolu “Silahlar sussun, kan dursun, bu problem çözülsün ve halkımız barış içinde yaşasın da gerekirse ben canımı vereyim” dediği nakledilirken Hocaefendi gözyaşları içinde dinlemiş ve “İşte böyle bir samimiyet çözecektir o müşkili!” demişti. Keşke o zat hissiyatında halis olsa ve sözlerinin yansımaları amellerinde de görülebilseydi. Ve keşke bu dert için samimi yürekler aynı masa etrafında beklentisizce toplanabilseydi!.
Türkiye’nin normalleşmesi ve demokraside yol alması hakkında bir yorumu oldu mu?
Hocamız seçimlerin genel manada sükunetle yapılmış olmasını demokrasi adına bir kazanım olarak yorumladı, memnun oldu. Ne var ki, ister seçim sürecinde isterse akabinde şahit olunan üslup kırılmalarına çok üzülüyor. Ona göre; üslup ayn-ı insandır; insanın kıymeti üslubundan anlaşılabilir ve hiçbir sebep, üslup bozukluğuna mazeret sayılamaz. Bu cümleden olarak, bir tenkitte bulunurken, ister falan partinin taraftarlarının isterse de filan kurum mensuplarının tamamını hedef almak ve meseleyi ta’mim ederek o dairedeki bütün insanları karalamak çok çirkin bir davranıştır; fakat maalesef bugün bu çirkinlik yaygın görünüyor. Mesela; her müessesede olduğu gibi, Adliye ve Askeriye’de de olumsuz işler yapan bazı kimseler bulunabilir; onların yüzünden o müesseseleri bütünüyle karalamak ve gözden çıkarmak zulümdür.
Geçen gün, bir televizyon programında, son dönemde emekli olan ya da halen tutuklu bulunan bazı generallerle ilgili aşırı eleştiriler yapılması kaşısında Hocamız şunları söyledi: Keşke, makam ve gücünü hal-i hazırda yitirmiş kişilerle ilgili yorumlarda daha insaflı olunsa. O an için kendini savunma imkanı olmayanlara vurmak bir mü’mine yakışmaz. Anadolu kültüründe, düşene vurulmaz. O kimseler, bir hata işledilerse, zaten yargı gereğini yapacaktır. Bunun dedikodusunu yapmak bize düşmez. O kişiler makamlarındayken ve gücü ellerinde bulundururken, sizinle ilgili bir saldırıları olsaydı, yine sadece hukuk dairesinde kendinizi savunabilirdiniz. Bir Müslüman olarak, kendinize yakışan akıl ve vicdan çerçevesinin dışına çıkamazsınız, hele hele başkalarının hadsizliklerini kendinize hiç örnek alamazsınız. Birkaç kusur ya da birkaç kusurlu yüzünden bütün bir Peygamber Ocağı’nı karalamanın devletimize ve milletimize bir faydası yoktur. Bana göre, herkese saygılı davranılmalı, her insanın onur ve haysiyeti korunmalı ve hiç kimse tahkir edilmemelidir; ama, milletin önünde bulunan ve özel bir konumu olan insanların izzet ve şerefleri hakkında çok daha hassas olunmalı, onlara karşı daha bir saygılı davranılmalıdır. Çünkü, o insanları hafife almak ve onurlarını rencide etmek sadece bir şahsın haysiyetine dokunmakla sınırlı kalmaz; temsil ettikleri müesseselerin de itibarını zedeler. Tabiî ki, hak ve adaletin yerini bulması çok önemlidir ve adalet karşısında herkes eşittir. Fakat, bir de, yargı önüne çıkarılanların insanî durumu söz konusudur. Kanaatimce, bu iki hususun icapları birbirine karıştırılmadan yerine getirilmelidir.

Soru: “İbretlik Hatıralar” “Yanık Yürekler” ve “Pennsylvania Sürgünü’nde Bir Çocuk” isimli kitaplarınızda genelde Hocaefendi hakkındaki yazılarınızı neşrettiniz. Bu kitaplarla özetle neler anlatmak istediniz?
Öncelikle, mesele, bir insanın övülmesinin ve yüceltilmesinin ötesinde bir ehemmiyeti hâiz; zaten aziz Hocamızın başkaları tarafından anlatılmaya ihtiyacı yok. Fakat, ele alınan mevzuların ve misallerin bir kısmı, tevazu ve mahviyet sahibi Hocamızın kendisinin anlatmayacağı, fâş edilmesini uygun bulmayacağı ve Rabbi ile arasında kalmasını arzulayacağı cinstendi. Onlar ancak bir şekilde meseleye muttali olmuş ikinci ya da üçüncü şahıslarca söz konusu edilirse topluma mal olabilecekti; son tahlilde onlarda konuşan da yalnızca hakikatti. Bu itibarla, zikredilen kitapların bir gayesi Hocamızın bazı medya organları tarafından yansıtıldığı gibi olmadığını, kulluğunu, ilmi cephesini, mahviyet ve tevazuunu nazara vermek; diğer bir amacı da hem Hocaefendi’nin maruz kaldığı mağduriyete cılız bir sesle dahi olsa itiraz etmek hem de kendi değerlerimizin bir kısmını farklı bir üslupla yeniden dile getirmek; dinimizin engince yaşanabilirliğini ve bazı göz alıcı güzelliklerini hadiselerin diliyle ve Hocaefendi’nin ahvaliyle anlatmayı denemekti.

Bir kitabınızın adında “Pennsylvania Sürgünü” tamlamasını kullanmanızın sebepleri nelerdi?
Aziz Hocamızın Amerika’ya gidişi ihtiyarî (kendi isteğine ve tercihine bağlı) başlasa da, onun daha sonraki halini, içinde yaşadığı mekanı ve bulunduğu yerdeki şartları ancak “sürgün” kelimesiyle ifade etmek mümkün olabilir. Doğrusu, işlenen bir suçu ve bir cürme mukabil verilen cezayı hatırlatan “sürgün” kelimesini onun hakkında kullanmayı hiç uygun ve yakışıklı bulmuyorum. O kutlu yolcuyu “muhacir”, muvakkaten yerleştiği yeri de mehcere (hicret diyarı) olarak anmak gerektiğine inanıyorum. Fakat, o muzdarip insanın çektiklerini, “adanmışlar”a, “gönüllüler hareketi”nin sevgi kahramanlarına zarar gelmemesi için katlandığı fedakarlıkları, oniki senedir her gün biraz daha içini kanatan daussılayı... düşündükçe Pennsylvania ormanlarına sürgün yeri, onun haline de “iradî sürgün” demeden kendimi alamıyorum. Onca sene belki sadece on-onbeş defa dışarı çıktığı, bunların çoğunda da hastaneye gittiği.. Amerika’nın tek bir alışveriş merkezine, hatta bir marketine bile girmediği, yani dünyadan o kadar uzak yaşadığı.. cami kürsülerinden binlerce insana hitap etmeye alıştığı halde aylarca hiç misafir kabul etmediği ve üç-beş kişiyle oturup kalkmak zorunda kaldığı... bilinince onun durumunun “iradî sürgün” ya da “ihtiyarî hapis” tariflerinden başka bir şekilde ifade edilemeyeceği görülecektir. Düşünün ki, en ağır mahkumlar bile belli zaman aralıklarıyla bahçeye ya da koridora çıkarılır ve biraz nefes almalarına, yürüyüp açılmalarına fırsat tanınır. Ne var ki, Hocaefendi senelerce odası ile namaz kılınan salon arasında mekik dokumaya adeta mecbur kalmış ve hatta altı ay evin kapısından dışarı hiç adım atmadığı dönem olmuştur.

Herkul İnternet Sitesi’nin takipçileri sizden bir müjde bekler. Ramazandan sonra sohbetler başlar mı, siteyi yeniler misiniz?
Allah nasip ederse, Hocamızın haftada üç gün yaptığı ikindi sohbetleri bayram sonrası yeniden başlayacak. İnşaallah, hem Kırık Testi hem de Bamteli bölümlerimizi her hafta yenileyerek muhterem Hocamızın en son sohbetlerini herkesin istifadesine sunmak için gayret edeceğiz.


***