Montag, 18. Juli 2011

Biz Ne Yaptık?

Ahmet Kurucan
Ahmet Kurucan
Mehmet Ali Birand yaklaşık iki ay önce, nesiller sonra bile olsa hayret, şaşkınlık ve takdir hisleri ile okunacak iki yazı kaleme aldı. "Neden darbelere destek verdik" ve "AK Parti laiklerin hatasını tekrarlamamalı" başlıklarını taşıyan bu iki yazının ana konusu yüz yıla yakın sistemi elinde tutan siyasi erkin, bürokratik yapının, akademik camianın, ekonomik güçlerin en genel isimlendirme ile halka rağmen devlet anlayışının ideolojik ve fiilî temsilcilerinin yaptıkları hatalardı.


Gerçeklerle yüzleşme, vicdanın sesi de diyebileceğimiz bu iki yazıda toplumun Müslümanlar, laikler, Kürtler, Aleviler diye diye nasıl bölündüğünü, hâkim güçlerin ötekileştirme hatta ötekini yok sayma politikalarını ve son tahlilde askerin bu süreç içindeki yerini anlattı. Tam bir durum tespiti diyebileceğimiz şu cümleleri bir kez daha onun kaleminden okuyalım isterseniz: "Cumhuriyet'in kuruluşundan itibaren, bu iki geleneksel düşmana karşı sürekli aynı sert yaklaşımı gösterdik. Kendi sistemimizin mühendisliğini yaptık. Bu sistemi oluştururken de, bu ülkenin sadece bize ait olmadığını, dindar kesim ve Kürtlerle paylaşmamız gerektiğini hiçbir zaman kabullenmedik. Düşünmedik dahi... Düşünenlerimizi de hapishanelere yolladık. Ne Cumhuriyet'in siyasî sistemini, ne de laik kesimin egemen olduğu ekonomik pastayı paylaştık. 'Hep bana, hep bana...' dedik."

Maksadım yazıyı ve muhtevasını özetlemek değil; böylesi cesur bir itirafta bulunduğu için yazarını medh-ü sena etmek de değil -kaldı ki Birand'dan önce bu türlü itiraflarda bulunan Hasan Cemal, İsmet Berkan gibi başka yazarlar da var- maksadım bunu bir girizgâh yapıp aynı şeylerin daha doğrusu mazlumiyetlerin, mağduriyetlerin ilgili kesimler tarafından defalarca dile getirilmesine rağmen muhatapları tarafından dinlenmemesini anlatmak. Bir insanın anne-babası ile görüşmesi, akrabaları ile mektuplaşması gibi alabildiğine basit ve son tahlilde insanî haklarının karşılanmamasına değinmek. Pandora'nın kutusu açıldı artık. Yılların mazlumiyetlerini, mağduriyetleri herkes dile getiriyor. Olmaması gerekip de olanları, yaşanmaması gerekip de yaşananları, çekilmemesi gerekip de çekilenleri ve çektirilenleri her ortamda anlatıyorlar. TV'ler böylesi programlarla dolu; sinemalar bu türlü senaryoların oynandığı filmleri görmeye başladı; gazeteler dergiler çarşaf çarşaf bu dönemlere ait hatıraları yayınlıyor.

Bu sürece dolaylı yolda katkım olsun diye ben de bu perspektiften meselelerin ele alındığı bir sohbet ortamını sizlere aktarmaya çalışacağım. Ortam, artık tahmin ettiğiniz gibi Hocaefendi'nin ortamı. Çetin kış şartlarında bile olsa her daim bir anne kucağı gibi bağrına aldığı her ruha, her gönle bahar meltemleri hissettiren, Hızır çeşmesi misali ağızlara kevser gibi içecekler içiren bir zemindeyiz. Arapça "şerefü'l mekân bi'l mekîn: mekânın şerefi o mekânı şereflendiren insanın şerefi ile ölçülür" özdeyişinde olduğu gibi şerefini mekîn'inden alan bir salon burası. İki elin parmaklarının sayısını geçmeyecek kadar az bir insan topluluğu. Herkes dikkat kesilmiş Hocaefendi'yi dinliyor. O ise ağlıyor ve muhataplarından birine dönüp ismen hitap ederek, "Biz ne yaptık? Kitap okumaktan başka ne yaptık? Milletimizin, insanımızın zararına olan ne türlü davranışlarımız oldu?" diyor. Zaten ağlamaya teşne hisleri ile söylemeye başladığı bu sözlerin devamını getiremedi ve ağlamaya başladı. İnanıyorum ki 73 yıllık hayatı film şeridi gibi gözünün önünden geçiyordu. Hiçbir aklî ve mantıkî temele dayanmayan, vehimlerin, hayallerin, paranoyaların ve özgüven eksikliğinin yol açtığına inandığı zulümleri, baskıları, işkenceleri hatırlamıştı. Sadece şahsına değil, ülkesinin neredeyse hemen her bir ferdine yapılan bu haksız zulümler onu bir kez daha ağlatmaya yetmişti.

Tabii yaşanılan bu haksız süreçte hak ve hakikati gören insanlar da yok değildi. İşte onlardan bir tanesini anlattı. İskenderun'da askerlik yaparken kendisini cami kürsüsünde dinleyen ve sonrasında sahip çıkan komutanından bahsetti. Emekli olup ayrılırken, "Korkuyorum, benden sonra bu insanlar sana kötülük yapar." diyen komutanından. Bir başka seferde dinlemiştim; aynı komutan, "Seni anlamazlar bunlar ve Hallac gibi muamele yaparlar." da demiş.

Bir keresinde askerî cemseye bir şey yerleştirirken ayağı kaymış ve çok şiddetli bir şekilde yere kapaklanmış Hocaefendi. Düşmenin şiddetinden dolayı kaburgaları kırılmış ve kendinden geçmiş. Gözlerini açtığında hastane odasındaymış. Diyor ki: "Gözlerimi açtığımda hastane odasındaydım. Rahmetli komutanım başını ayaklarımın üzerine koymuş ağlıyordu."

Duygu yoğunluğunun bütün salonu kapladığı bu ortamda, sizin de tahmin ettiğiniz gibi sözün anlamını yitirdiği bu noktada, çokları ağlamaya durdu. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum; "Gördüğünüz gibi semer altında ne küheylanlar var." sözüyle kendimize geldik. Geldik ama keşke gelmeseydik; çünkü arkasından gelen cümle bizi yeniden hüzne, gama, kedere boğdu. "Doğrusu" dedi Hocaefendi, "nice mü'minlerden bunun çeyreği kadar iltifat görmedim!" Ve kaldığı yerden, iç geçire geçire ağlamaya devam etti: "İçimdeki ateş yiyip bitiriyor beni; bu kadar da açılmasam patlayacağım." dedi ve başka bir faslın kapısını aralamaya koyuldu. Koyuldu ama bir şeyler bırakmıyordu onu sanki. Sözün başladığı sahilden karşı sahile bir türlü geçmiyordu/geçemiyordu. Durdu, düşündü, düşündü ve devam etti: "İyiler iyilikleri ile yâd edilir. Allah da yâd edilen bu iyilikleri dua olarak kabul eder. Kötülüklere gelince; onları da yâd etmezsiniz; unutulur gider."

Sonra yine durdu, "O dönemlerde devletin en üst kademelerinde görev yapan üç-beş insanı belki sayamayız ama hayatınıza iyilikleri ile mal olmuş insanları unutamıyorsunuz." Bütün kalbimle tasdik ettiğim bu tespit üzerinde siz düşünedurun; ben de yazıma son vereyim.

Son sözleri şuydu Hocaefendi'nin: "Kendi dünyama dalınca bağrıma hançer saplanmış gibi hissediyorum kendimi." Perdeyi kapatan söz ise Necm Sûresi 39-42 ayetleriydi: "Şüphesiz ki, insan için kendi çalıştığından başkası yoktur. Çalışmasının karşılığı tam tamına ödenecektir. Elbette son durak Rabb'inin huzuru olacaktır." (Necm, 39-42)

Ahmet Kurucan, Zaman