Samstag, 6. August 2011

Bari Bir Dua...

Ahmet Kurucan
Ahmet Kurucan
Her şeyin bir vakti vardır ve o şey vaktinde yapılırsa bir mana ifade eder.
Susuzluktan çatlayan bir hayvana öldükten sonra su vermek ne mana ifade eder ki? Namazın bir vakti vardır; vaktinde kılınırsa namaz "eda" adını alır ve insan sorumluluktan kurtulur. Vakti geçtikten sonra kılınan namazın adı "eda" değil "kaza"dır. Sorumluluktan kurtulup kurtulamadığımız ise hakiki manasıyla ötede belli olur. Başka bir anlatımla, husuf ve küsuf namazları Ay ve Güneş tutulması esnasında kılınır. Çünkü Güneş ve Ay tutulması, bu namazların vaktidir.
Bu örneklerle bir yere varmak istiyorum; musibetler, duanın hususi vakitleridir. Hususi derken kastım; insan, hayatının her bir saniyesini, her bir salisesini dua ile geçirebilir; o ayrı mesele; ama musibetler, sebepler üstü münacatın adı olan duaya öncelik verilmesini gerektiren zaman dilimleridir.
Musibet ve dua zaviyesinden içinde yaşadığımız zaman dilimine global bir gözlükle bakıldığında şunu demek mümkündür o zaman; insanlığa ve özellikle İslam dünyasına musallat olan musibetler öylesine çok, öylesine her yeri kaplamış ki 24 saatin 24 saatini de 'dua vakti' deyip dua ile değerlendirsek sezadır. Bunlar öylesine büyük musibetler ki ne bir fert olarak benim, senin, onun ne de maddi güçlerini birleştirseler de umumi olarak Müslümanların bunları aşması, şeytani oyunların üstesinden gelmesi imkân dâhilindedir. Bunları aşmak ve sahil-i selamete çıkmak ancak ve ancak Müsebbibu'l-Esbab olan Allah'ın havl ve kuvveti ile mümkündür. Suriye'de yaşanan insanlık dramını, Somali'de, Kenya'da, Uganda'daki kıtlık felaketini nasıl aşacaksın? Türkiye'de hayatın dört bir yanında yaşanan onca olumsuzluklara fert olarak nasıl "hemen" çözüm bulacaksın?
İşte bütün bunlar bizi inanan insan olarak sebeplere riayetle birlikte duaya sevk eden, sevk etmesi gereken hakiki amiller değil midir? Biz bütün bunların Allah'a karşı sergilenecek hakiki kulluk tavrıyla aşılacağı inancında değil miyiz? Aynı istikametteki soruları uzatmaya gerek yok; çünkü cevabı belli bu soruların. İmanın tadını tatmış her Müslüman'ın bu sorulara vereceği cevap bellidir ve aynıdır; amenna.
İyi ama amenna diyerek iman ettiğimizi haykırdığımız bu mesele karşısındaki tavrımız nedir? Madem inanıyoruz, neden dua yapmıyoruz? Dikkat edin bu benim sorum; Hocaefendi'nin aynı yerde sorusu ise daha farklı: "Madem inanıyorsunuz, neden dua ederken çatlayıp ölen kişi yok aranızda? Sabahlara kadar yana yakıla dualarla gecelerini tüketen, ağlamaktan ciğeri kavrulmuş, gözyaşı pınarları kurumuş sima göremiyorum."

HAKİKİ MANADA İNANSAYDIK...

Utanarak da olsa, sıkılarak da olsa cevabını ben vereyim müsaadenizle bu soruların; çünkü biz inanmıyoruz. İnanıyoruz desek de, inanıyoruz gözüksek de, yukarıdaki paragraflarda olduğu gibi bu inancımızı kâğıtlara döksek de, hakiki manada inanmıyoruz; inansaydık sorularla işaret edilen yerde olurduk. Hakiki manada inansaydık dünyanın dört bir yanında zuhur eden ve her gün bunlara bir yenisi ilave edilen problemler karşısında dua, dua, dua der inlerdik. Tıpkı kendisinin inlediği gibi.
Farkındayım; siyah beyaz mantığı ile yaklaştım hadiseye. Doğrudur; çünkü bir şey ya siyahtır ya da beyazdır bazı meselelerde. Ortası yoktur; gri tonlar bulunmaz orada. Bu meselede de böyle. Madem inanıyorsun duanın gücüne; amelinle onu isbat edecek, inandığını göstereceksin. Aksi halde inanmıyorsun demektir, inanman gerektiği ölçüde.
Sebepler planında beşer olarak alınacak önlemler bir tarafa, sebepler üstü bir güçle, yani ancak Allah'ın havl ve kuvvetiyle aşılacak bir problem geldi huzura. Aslında daha önce de gelmiş o mesele. Karar aşamasına gelindiği için tekrar gündeme geldi. "Herkes dua etsin demiştik ama ediyor mu acaba?" diye sordu salonda bulunanlara. Kısa bir sessizlik oldu; ne 'evet' ne 'hayır' cevabı yükseldi salondan. "Istırabını duyacaksınız ki edesiniz." dedi ve ses tonunu yükseltip bir ülke ismi söyleyerek, "Orada bir zamanlar var olan bir problem karşısında tam 5 yıl ağladım ben. Otururken ağladım, ayakta iken ağladım, yürüme bandına bindim ağladım, indim ağladım. O imkânların bizlere sunulması Allah'ın bir lütfuydu. Hata yapıldı; ama hakkımız yok ki! Şakası yok bu işin."
Meşhur sözdür; zirvelerde kar, bora, fırtına çok olur derler. Alın size yeni bir fırtınalı zemin; hem de hava günlük güneşlik iken. Haydi, tutunun bakalım o zirvede bu kar, bora, fırtına atmosferinde şimdi.
"Bari bir dua!" sözleri bozdu kısa süren sessizlik ortamını. Bir daha, bir daha "Bari bir dua!" seslerini duydu salon: "Benim ağzımın tadı kaçtı. Dersi kesip kalkıp içeri gidesim geliyor. Kalkın gidin hacet namazı kılın ve şu büyük musibet için gözyaşlarınızla birlikte dua dua yalvarın."
Buraya kaydedip etmemede tereddüt ettim bir an ama devamını da söyleyeyim: "Yarı şaka yarı ciddi" dedi önce ve ardından "geceleri kalkmayan, gözyaşları ile yalvarmayan gelmesin bu salona."
Biz bu manzaranın yaşandığı gün tefsir dersinde Hz. Musa'nın Maide Sûresi'nde anlatılan vakasını okuyorduk. Orada kavmi diyor ki Hz. Musa'ya: "Sen ve Rabb'in git savaş; biz burada oturuyoruz."

ŞİMDİ DE SURİYE

Bu hadiseden sonra uzun uzadıya düşündüm, duaya, duanın yaptırım gücüne inandım deyip inandığımızı geceleri kalkarak, yana yakıla, gözyaşlarıyla yaptığımız dualarla göstermeyen, gösteremeyen bizler acaba Hocaefendi'yi duada da yalnız mı bırakıyoruz dedim kendi kendime. "Bari bir dua!" nidaları onun için miydi acaba?
Bitirmek istiyorum ama bir şey daha ilave edeyim; böyle bir çıkış olur bugünlerde diyordum ben. Hatta daha öte, 'hastalanıp yatağa düşmese' temennisinde bulunuyordum. Çünkü 1979'da Rusya'nın Afgan işgali sırasında yataklara düşmüştü anlatılanlara göre. 20 Ocak Azerbaycan katliamında Müslümanların hunharca öldürülmesi esnasında İzmir Hisar Camii'nde bayılmıştı; "Bir dua ile olsun kardeşlerinize yardıma koşamaz mısınız?" sözlerini söylerken. 1992'de bizzat yaşadığım Bosna katliamında günlerce yataktan kalkamadı yaşadığı ıstıraptan dolayı. Yakınlarda cereyan eden Pakistan depreminde aynı manzarayı yaşadık, aynı iniltileri duyduk. Şimdi de Suriye vardı. Zaten bana "keşke yatağa düşmese" temennisinde bulunduran da işte bu Suriye olaylarıydı. "Bari bir dua!" serzenişinde hem Suriye hem de bahsini ettiğim olay başat rolü oynuyordu.
Yukarıda "Bir daha, bir daha 'bari bir dua!' seslerini duydu salon" dedim. Salon duydu; doğru ama salondakiler duydu mu acaba? Siz de bu yazıyı okumakla salondakilerden biri olduğunuzun farkındasınızdır umarım.

Freitag, 5. August 2011

Huzur Dersleri ve Tefsir Hatmi

Ahmet Kurucan
Ahmet Kurucan
Hocaefendi'nin Ramazan'daki ders halkasını, muhteva yönünden Huzur derslerine benzetiyorum. Ramazan, Kur'an'la bütünleşen bir ay olduğu için tefsir, hadis, fıkıh derslerine bir ay ara verilip sadece Kur'an dersleri okunuyor.
Nedense Ramazan'da yapılan dersleri ben huzur derslerine benzetiyorum; tabii arasındaki azim farkın da bilincindeyim. Huzur dersleri, Ramazan'da padişahın huzurunda yapılan derslere verilen isim. Dersi yapan ise tabii ki 'beşik uleması'ndan biri değil; meşihat dairesinin en üst makamlarına alnının teriyle çıkmış hakiki ulema. Zaten beşik uleması, bozulma dönemlerinde işin ehline verilmeyip, hatır-gönül işiyle o makamları ihraz eden kişilere verilen bir lakap.
Sözü mihverinden kaydırmayıp gelelim Hocaefendi'nin Ramazan'daki ders halkasına. Huzur derslerine benzetiyorum, dedim. Benzetme noktam derslerin muhtevası. Ramazan, Kur'an'la bütünleşen bir ay olduğu için tefsir, hadis, fıkıh derslerine bir ay ara verilip sadece Kur'an dersleri okunuyor Ramazan'da. Gelenek oldu da diyebiliriz buna; zira yıllardan beri değişmeyen bir usul bu.
Sağlık durumunun müsaadesi nisbetinde sabah namazı sonrası Elmalılı tefsiri satır ber satır okunup takip ediliyor. İkindi sonrası ise sabah Elmalılı'dan okunan aynı ayetler yaklaşık 20'ye yakın tefsirden özetleniyor. Ders halkasında yerini alan talebeler daha önceden paylaştıkları tefsirlerde ilgili ayetleri çalışıyor, vurucu noktaları teker teker not alıyor; zaman kaybı olmasın diye tekrarlara işaret edilip atlanıyor ve böylece aynı ayete farklı müfessirlerin nasıl bir izah getirdiği görülüp bütüncüllük yakalanmaya çalışılıyor.
Pekala Hocaefendi'nin rolü ne bu süreçte? Bana, "arasındaki azim farkı idrakle beraber huzur dersleri" dedirten husus da burası. Huzur derslerinde padişahlar belki ara sıra ulemaya soru tevcih etseler de aslında dinleyici konumundalar. Ama burada, her ne kadar payımıza düşen tefsir kitabından ilgili ayet ile alakalı kısmı özetlesek de, asıl dinleyici biziz. Çünkü hakiki manada gerek sabah gerek ikindide tefsirleri pür dikkat dinleyen; aktarılan yorumlara anında müdahale eden, katıldı ise ilave açıklamalar, katılmadı ise gerekçelerini sunup yeni tefsirler ortaya koyan bizzat Hocaefendi. İşte böylesi bir ortamda böylesi istifadeye mazhar olan halka mensupları padişah sayılmaz mı?
Bu geleneği yerine göre evimizde, işyerimizde, mahallemizde, en geniş manasıyla memleketimizde işletebilir miyiz? Daha doğrusu Hocaefendi'nin talebeleri ile birlikte yaşadığı ders dünyasında gelenek olan bu metodu, memleketimize taşıyıp onu gelenek haline getirebilir miyiz? Cevabım; niçin olmasın! İlave bir sözüm daha var; olmalı değil mi?
Madem Ramazan Kur'an ayı; o zaman ay boyunca okuyup yaptığımız hatmin, takip ettiğimiz mukabelenin yanında, bir de Kur'an'ın mana ve muhtevasının anlaşılması için oluşturacağımız halka ile birlikte birkaç tefsiri birlikte mütalaa edebiliriz ve etmeliyiz. İsterseniz bunun adına 'tefsir hatmi' deyin, isterseniz başka bir şey; burada önemli olan, yapılacak işin muhtevasıdır ki o da Allah'ın Müslümanlara okuyun, anlayın ve yaşayın diye inzal buyurduğu Kur'an'ı hakkıyla okuma, anlama ve yaşama çabasının ilk adımıdır.
Tekrar soruyorum: Yapabilir miyiz? Cevabımı tekrarlıyorum: Yapabiliriz ve yapmalıyız.

Mittwoch, 3. August 2011

Çiçek itiraf etti: İnternet andıcı gerçek

Kara propaganda amacı taşıyan internet sitelerinin Genelkurmay tarafından kurulduğu dün mahkeme salonunda doğrulandı. 'AK Parti ve Gülen'i bitirme planı' davasının dünkü duruşmasında söz alan Kurmay Albay Dursun Çiçek, "İnternet andıcı gerçek bir belge. Ancak imha edildiği için sitelerdeki haberlere ulaşmak imkânsız." dedi. Çiçek, 20 Temmuz'da savcıya verdiği ek ifadede sıralı komutanların da sorumlu olduğunu anlatmıştı.

'AK Parti ve Gülen'i bitirme planı' davasının 22'nci duruşması dün yapıldı. Duruşma, davanın bir numaralı tutuklu sanığı Kurmay Albay Dursun Çiçek'in savunması ve talepleriyle başladı. Dursun Çiçek 'internet andıcı'nın imza ve parafıyla gerçek bir belge olduğunu ve bunu her yerde söylediğini belirtti. Ancak imha edildiği için sitelerde yayınlanan haberlere ulaşılmasının imkânsız olduğunu vurguladı.

Mahkeme salonunda ilk defa 'internet andıcı'nı açık bir şekilde itiraf eden Dursun Çiçek, buna karşılık altında ıslak imzası bulunan 'AK Parti ve Gülen'i bitirme planı'nı yalanladı. Bu durum ilginç bir çelişkiyi ortaya çıkardı. Çünkü söz konusu kaos planının doğruluğu Emniyet, Jandarma, TÜBİTAK ve Adli Tıp'ın raporlarıyla tescil edilmişti. Savcı, 'internet andıcı' iddianamesini kabul eden İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nden iki davanın birleştirilmesini talep etti. Çiçek, kaos planı için, "Bu sahte plan gerçek olsa söylerim. Sürekli 'böyle plan olmaz' diyorum. Belge değil, evrak değil, sadece bir kâğıt parçası ama tutuklanmamıza yetiyor." ifadelerini kullandı.

Albay Dursun Çiçek, duruşmada geçtiğimiz hafta emekli olan eski Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner'in veda mesajına da değindi. Mesajda tutuklu askerlerle ilgili yer alan bölümleri hatırlatan Çiçek şöyle konuştu: "Uzun süreli tutuklamalar ile mağdur edilen TSK mensupları, komutanlarının sine-i millete dönerek gösterdikleri fedakârlıklardan güç almışlardır."

'AK Parti ve Gülen'i bitirme planı' davasının 22. duruşması İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nce görüldü. Duruşmaya, tutuklu sanıklar Dursun Çiçek ile Mehmet Deniz Yıldırım ve avukat Serdar Öztürk katıldı. Duruşmada söz alan Dursun Çiçek, Türk milletinin ve insanlığın Ramazan ayını kutladı. Dursun Çiçek, konuşmasında 'internet andıcı'na da değindi. İfadelerinin delil olarak girdiği 'internet andıcı' iddianamesinin de İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edildiğini hatırlattı. Çiçek, "Ne Erzincan davasında ne de internet andıcı davasında sanık ya da tanık oldum." şeklinde konuştu. İnternet andıcı belgesinin paraf ve imzasıyla gerçek bir belge olduğunu ve bunu her yerde söylediğini ifade eden Çiçek, "İnternet andıcı gerçek bir belgedir. Bu sahte plan da (kaos planı) gerçek olsa söylerim. Sürekli 'Böyle plan olmaz' diyorum. Belge değil, evrak değil, sadece bir kâğıt parçası ama tutuklanmamıza yetiyor. Bu internet sitelerinin arşivleri imha edildiği için bu haberleri bulmak imkânsız." ifadelerini kullandı. Dursun Çiçek, 30 Ağustos'ta emekli olacağını ifade ederek, yerine gelecek arkadaşına görevini devretmek için tahliyesini talep etti.

SIRALI KOMUTANLAR DA SORUMLU

Dursun Çiçek, 'internet andıcı' soruşturması kapsamında 20 Temmuz 2011'de savcılığa ek ifade vermişti. Kızı ve aynı zamanda avukatı olan İrem Çiçek, babasının ifadesinin tam metnini internetten yayınladı. Söz konusu ifadede Çiçek'in, komutanlarına sert tepki gösterdiği ortaya çıktı. Çiçek'in o dönemdeki komutanları Korgeneral Mehmet Eröz, Korgeneral İsmail Hakkı Pekin ve Tümgeneral Hıfzı Çubuklu hakkındaki sert ifadeleri sorgu tutanaklarında yer aldı. Çiçek, sorumluluğun kendisinde olduğu kadar sıralı amirlerinde de olduğunu anlatıyor. İşte Çiçek'in o ifadeleri: "Ben 2004-2007 yılları arasında cari işlem şube müdürüydüm. (...) Personel tarafından sitelere haber konulur. Şube müdürünün siteye haber koyma yetkisi yoktur. Aynı yetki daire başkanı, harekat bakanına da aittir. Sıralı amirler olarak bunların da sorumluluğu vardır. Günlük olarak eklenen haberler tskintranet sisteminden sıralı amirlere her akşam elektronik ortamda rapor edilmektedir. Dolayısıyla bu yüklenen haberlerin başlıklarını sıralı amirler görüp, takip edebilirler. Benim görevim olduğu kadar sıralı amirlerin bu denetimi yapmak da görevleri içerisindedir."

İsmail Hakkı Pekin, soruşturma kapsamında alınan ifadesinde 'sitelerin mevcut mevzuata göre uygun olmadığı ve bu yüzden kapattıklarını' belirtmişti. Çiçek'in bu ifadeyle ilgili açıklaması şöyle: "Mevzuata uygun olup olmadığını, açma kapatma yetkisi üst komutanlara aittir. Kapatma emrini veren komutan, siteleri daha önce yayından kaldırabilirdi. Bu konuda üstlerimizin bilgi sahibi olmaması hayatın olağan akışına aykırıdır."

'Kaos planı'nın gerçekliği 7 kez onaylandı

Kurmay Albay Dursun Çiçek, 'internet andıcı'nı kabul ediyor, ancak altında kendi imzası bulunan 'kaos planı'nı yalanlıyor. Fakat 4 ayrı resmî kurum tarafından hazırlanan 7 rapor Çiçek'i yalanlıyor: İşte o raporlar: Jandarma Kriminal: İmza Çiçek'in eli ürünüdür. Adli Tıp: Belgedeki imzayla Çiçek'in mukayese imzaları arasında biçimsel olarak benzerlik saptandı. TÜBİTAK: İmzanın belgeye sonradan eklendiğine dair bir bulguya rastlanmadı. Emniyet Kriminal: İmza Albay Çiçek'in eli mahsulü.

Ayrıca Genelkurmay Başkanlığı'nın kaos belgesine ilişkin raporunda, Albay Dursun Çiçek'in terfi ettirilmediği için üstlerine kızdığı bu nedenle belgeyi hazırladığı ileri sürülmüştü.

Çiçek, üstlerini işaret etti: Benim suçum neyse amirlerimin de aynı

Albay Dursun Çiçek, savcılığa verdiği ek ifadede, "Hıfzı Çubuklu'nun bir şeylerden çekinildiği için sitelerin kapatılmış olabileceği yönündeki beyanlarına ne diyorsunuz?" sorusuna ise şöyle cevap veriyor: "Çubuklu daha yetkili bir makamdadır. Neden çekindiğini benden daha iyi bilir. Bunu açıklaması gerekir."

Mustafa Bakıcı ve Mehmet Ersöz'e 15 Haziran 2011 tarihli sorgularında söz konusu sitelerde yayınlanan haberlerin içerikleri sorulmuştu. İki isim de haberlerin içeriklerini bilmediklerini, sorumluluğun kendilerinde olmadığını savunmuştu. Bu ifadeler Dursun Çiçek'e de soruluyor. Çiçek, şunları söylüyor: "Mehmet Ersöz ve Mustafa Bakıcı'nın beyanları doğruysa bu, takip ve kontrol görevinin yeterince yapılmadığını gösterir. Aynı konuda benim gözümden de kaçan bir haber varsa yine benim de bu konuda zafiyet gösterdiğim ortaya çıkar. Benim bu konuda suçum neyse, amirlerimin de suçu aynıdır." Albay Dursun Çiçek'in ifadesinde, daha önce soruşturma kapsamında ifade veren Korgeneral Mehmet Eröz'ün söylediklerine cevap verdiği ortaya çıktı. Site içeriklerinde kendi bilmedikleri olumsuzlukların olduğunu söyleyen Eröz'ün iddiasına Çiçek şöyle karşılık veriyor: "Niçin bu olumsuzluğun düzeltilmesi konusunda talimat vermemiştir?"

Dursun Çiçek, kaos planı ve internet andıcının ortaya çıkması sonrasında yapılan evrakları yok etme işlemlerini de doğruluyor. Bunun da sıralı amirlerin emriyle gerçekleştiğini anlatıyor. İmha işlemlerinin kendisinin şubede olmadığı bir zamanda yapıldığını belirten Çiçek, evrakların yok edilmesinden kendisinin de rahatsızlık duyduğunu savunuyor.

Montag, 1. August 2011

Norveç Katliamı Buzdağının Görünen Yüzü

Norveç Katliamı Buzdağının Görünen Yüzü
İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu, Norveç'teki katliamı Zaman'a değerlendirirken, İslam karşıtı Anders Behring Breivik'in 77 kişiyi katletmesinin istisna olmadığına dikkat çekti.
Hadiseyi buzdağının sadece görünen bir yüzü olarak değerlendiren İhsanoğlu, "Bu, Avrupa'da giderek artan İslam düşmanlığının bir ürünü. Manzarayı anlamak için bu düşmanlığın son yıllardaki seyrini iyi tahlil etmek gerekir." dedi. Olay bu noktaya gelmeden önce Batı dünyasının gösterdiği tavra da tepki gösteren Ekmeleddin İhsanoğlu, "İslamofobi'yi ya anlamakta zorlandılar ya da anlamak istemediler." tespitinde bulundu. Dünyayı ayağa kaldıran saldırı, 22 Temmuz Cuma günü yaşanmıştı. Breivik, Oslo'da düzenlediği iki saldırıda 77 kişiyi öldürmüş ve bu saldırıyı Müslümanların Avrupa'dan temizlenmesi gerektiğine dikkat çekmek için yaptığını söylemişti.
Ekmeleddin İhsanoğlu, Batı dünyasının mesele bu noktaya ulaşmadan önce hep İslamofobi'yi ya anlamakta zorlandığından ya da anlamak istemediğinden yakınıyor. 2005'te göreve geldiği günden itibaren bu konunun farkında ve takibinde olduğunu söyleyen İİT Genel Sekreteri, ilk olarak 2005 Ekim ayında Hz. Muhammed'e hakaret karikatürleri kriziyle meşgul olduğunu aktardı. Birçok Avrupalı üst seviyeli yetkilinin İslamofobi'nin varlığını kabul etmediğini, karikatür krizine verilen tepkinin Müslümanların aşırı hassasiyetinden olduğunu ve bundan dolayı Müslümanların Avrupalıların hürriyetlerini bağlamak istediklerini söylediklerini anlattı. İhsanoğlu, Batılı yetkililerle, liderlerle gerçekleştirdiği görüşmelerde ısrarla karikatür meselesinin İslam düşmanlığı olduğunu ve bunun son zamanlarda artış içerisinde sürdüğünü vurgulamasına rağmen kimseye bunu ikna edememiş.
Avrupa'da son yıllarda yükselen İslam düşmanlığı ve ırkçılığın en belirgin örneklerini hatırlatan İhsanoğlu, temelsiz ve tahrif edilmiş görüntülerin olduğu, tarihle, İslamiyet'in gerçekleriyle alakası olmayan ve yanlış bilgileri içeren Fitne filminin ve 2006 yılında Papa'nın İslamiyet'e hakaret eden konuşmasına dikkati çekti. Bunun da arkasından geçen sene İsviçre'nin minareleri yasakladığını ifade eden İİT Genel Sekreteri, aşırı sağ grupların köy-köy dolaşıp, sabahın erken saatlerinde kötü bir şekilde ezan sesi vererek insanlara "sizin de mahallenize cami yapılırsa böyle uyanırsınız" mesajı vererek tahrik ettiğini, minarelere karşı oy kullanmaya ikna ettiğini söyledi. İslamofobik eylemlere karşı ilk günden itibaren İİT'nin gerek BM Genel Kurulu'nda, gerekse de BM İnsan Hakları Konseyi'nde, bu meseleyi gündeme getirdiğini ve 'dinlere karşı hakaret' başlığı altında birtakım kararlar çıkardıklarını kaydetti.

Radikallerin Esiri Olmayalım

İslam ve yabancı düşmanlığının artmaya başladığını ve siyasi gündem haline geldiğini belirten Ekmeleddin İhsanoğlu, aşırı sağ partilerin, vatandaşların Müslümanlara karşı olan hislerini kullanarak oylarını artırdığını, merkez partilerin de oy kaybetmemek için bu silahı kullandığını vurguladı. Norveç katliamının çok düşündürücü olduğunu ve Müslümanlardan nefretin Breivik gibi aşırı bir fanatiği, İslam'a daha ılımlı bakabilen kendi ülkesinin başbakanlık binasını bombalama, insanları katletme noktasına getirdiğini ifade etti. Breivik'in hem Müslümanlara hem de Müslümanlara biraz yumuşak bakanlara tahammülü olmadığını söyledi. Aşırı sağın toplumlarda makes bulmasından endişe ettiğini söyleyen İhsanoğlu, İslam dünyasının Batı ile işbirliği yapmasının şart olduğunu söyledi.

Gülen'in Diyalog Faaliyetleri Başarılı

Müslümanlara ve Batılılara "radikallerin esiri olmayalım" mesajını gönderen İhsanoğlu, bir tarafın radikali karşı tarafı hedef aldığında, diğer tarafın da radikalinin misilleme yaptığını ve bir fasit dairenin oluştuğunu vurguladı. Fethullah Gülen Hocaefendi'nin telkinleriyle dünyanın çeşitli yerlerinde açılan diyalog merkezlerini de öven İİT Genel Sekreteri, bu diyalog faaliyetlerini başarılı bulduğunu dile getirdi. Temas kurulan gruplarla diyaloğun sahada gerçekleştirilerek daha etkili olduğunu ve bu örneklerin çoğaltılması taraftarı olduğunu söyledi.

İçimde Değirmen Taşları Dönüyor

Ahmet Kurucan
Ahmet Kurucan
"İçimde değirmen taşları dönüyor." "İçimde öyle bir hararet var ki bir yumurtayı koysanız, rafadan olur." Aktarıyorum bu sözleri sizlere ama bunların ne manaya geldiğini, nasıl bir ruh halini yansıttığını bilmiyorum. İtiraf ediyorum, bilmiyorum; bilmiyorum zira yaşamadım. Çünkü teşbihlerle anlatılmak istenen bu haller yaşamadan anlatılamaz.
"İnsanlığın derdiyle hemhal oluyor; işte bunun için mağmum, mükedder veya İslami hassasiyeti var demeyin. Kimseyi hafife almıyorum; herkesin kendine göre çektiği bir ıstırap, kaygı, endişe vardır. Ama benimki farklı. Dolayısıyla bu ruh halimi şahsıma, karakterime, aşırı duyarlılığıma verebilirsiniz. Şunu diyorum; benim bu halim şahsi kemalatıma delalet etmez. Bununla beraber ıstırapsız çok insan var etrafta. Daha önceleri dediğim gibi imkânım olsa herkesin gönlüne bir avuç ıstırap koyardım. Istırap duaların kabulünde çok önemlidir."
Ağır ağır, düşüne düşüne ve dura dura konuşuyordu. Sadece ağzından çıkan cümleleri değil, o cümlelerin kelimelerini hatta harflerini saymak isteseniz sayardınız. Sonra birden daha gür bir sesle: "Şunu unutmayın! Kendini salan insanlardan hiçbir şey olmaz. Bu o insanlar cehenneme gider demek değildir. Hâşâ! Efendimiz kelime-i tevhidi halisen söyleyenlerin cennete gideceğini ifade buyuruyor. Ama cehenneme gitmemek farklı, cennete gitmek farklıdır."
Siz ne düşünürsünüz bilmem ama cennete gitmek ile cehennemden kurtulmanın farklı oluşu tesbiti çok önemli. Belki şimdiye kadar hiç düşünmedik, fakat bu cümle üzerinde yapılacak fikri yoğunlaşma ile Hocaefendi'nin ne demek istediğini çıkartmak mümkün. Hedef diyelim ki turistik bir gezi vesilesi ile Bosna. İnsanı Bosna'ya ulaştıracak patikadan tutun otobanlara, demiryollarından hava yollarına kadar birçok yol ve vasıta var. İnsan bu vasıtalara sahip olduğu imkânlara veya zevkine göre biniyor ve hedefe ulaşıyor. Ulaşma zamanı binilen vasıtaya göre değişiyor. İşte cennete ulaşma da böyle bir şey. Allah-kul münasebetini asgari emirler seviyesinde tutan bir insan cehennemden kurtulabilir ve cennetin en alt tabakasına belki de en uzun zamanda varırken, aynı münasebeti azami seviyede tutan bir başkası daha kısa zamanda varır ve en üst mertebeye çıkabilir.

'İŞTE MİRAÇ!'

Yaptığım bu basit tasnifte ikinci sınıfta yer alanlara ait bir misal verdi Hocaefendi. O ıstıraplı insanları merkeze alarak dedi ki: "Önüne çıkan engelleri birer birer bertaraf ederek gönüllerin O'nunla buluşması istikametinde mücadele eden dertli sineleri cennete koysanız; belli bir müddet sonra sıkıldık biz buradan; çıkalım biraz hizmet edelim derler." Sonra bu yorumunu destekleyecek iki kelimelik vurucu bir söz söyledi: "İşte miraç!"
Bir arkadaş devreye girdi; bu halin Türkiye dâhil bütün dünyada yaşanan az veya çok sıkıntılardan dolayı olduğu tahmininde bulunarak "Sizinle aynı beslenme kaynaklarına sahip olan, hatta dünyevî hayatlarını bu kaynaklar üzerinde çalışmakla elde eden insanlar neden aynı ölçüde bir derde mübtela değil? Neden siyeri size benzer şekillerde yorumlamaz bu insanlar?" dedi. Sözün akışı içinde çok güzel bir duraktı bu. Çünkü verilen misaller, yapılan yorumlar, çıkarılan sonuçlar son tahlilde hep ayete, hadise ve siyere dayanıyordu.
Soru güzel, durak güzeldi ama sanırım zamanlama hatası vardı. Hissettiğim bu oldu benim. Çünkü soruyu soran arkadaşa derinden derine baktı. O bakışı "bana yalnızlığımı bir kez daha hatırlattın" der gibiydi. "Bu mevzuda zaten yüreğimden hançer yemiştim; şimdi sen yaralı yüreğime bir daha hançer salladın" diyordu sanki. Nezaketi ve nezaheti soruyu cevapsız bırakmasına müsaade etmedi ve dilinin bağını bütünüyle çözmeden soruyu geçiştirir tarzda "hayatın içinde değiller" dedi. "Dünü bugün ve bugünü yarınla birlikte göremiyorlar." diye de ilave etti. "Siyer dünü bugün, bugünü yarınla birlikte görmek suretiyle yapılır. Değişen bir şey yok ki! Dünün Ebu Cehil'leri, Ukbe'leri, Şeybe'leri bugün isim değiştirerek karşınızda. Dünün Bedir'leri, Uhud'larını insanlık bugün farklı şekillerde yaşıyor. O zaman siyer okurken, onun felsefesini yaparken, onu bugüne taşırken bir adaptasyon mülahazanız olmalı. Yoksa bir sonuca varamazsınız." Sonra çok daha önemli bir tesbitte bulundu: "Yaşadıkları ortamı normal görenlerin üretkenliği olmaz."
Birer cümlelik, eskilerin sehl-i mümteni dediği tarzda çok kolay söylenen sözler bunlar ama muhtevaları oldukça derin. Dinî, tarihî, psikolojik ve sosyolojik açıdan derin tahliller yapılabilecek tesbitler. Belki de içinde bulunduğumuz durağanlığın, vurdumduymazlığın sebepleri bunlar. Olaylar karşısında pes etmişliğin, iradenin hakkını veremeyişin, özne değil nesne oluşun göstergeleri. Hâlbuki Allah, insanoğlunu nesne değil özne olarak göndermiş. Olayların akışını kontrol etsin, tarihe yön versin demiş. Onun için halife unvanını vermiş.
Devam etti Hocaefendi: "Mazi ile irtibatı sıkı tutarak geleceği inşa etme şarttır. Yahya Kemal'in "kökü mazide olan atiyiz" benzetmesi ile anlattığı şey bu. Kökten ve kökenlerinden kopanlar hale de, istikbale de yenik düşerler." Doğru değil mi? Yusuf Kaplan geçen hafta yayınlanan enfes yazısında "gelecek öngörülmez; inşa edilir" diyerek aynı noktaya parmak basmıştı.
Konuşmak sıkıntı veriyordu kendisine. Nefes alma miktarı bile olsa verilen her arada kendisine "içimde değirmen taşları dönüyor" dedirten düşünce dünyasına dalıyordu. Ama fıtrat-ı saniye olmuş nezaketi, şahsiyetiyle bütünleşmiş karakteri salonda var olan üç-beş misafiri terk etmeye müsaade etmiyordu. Bir müddet daha oturdu ve şu cümlelerle sözlerini mühürleyip kalktı: "Dikenler içinde yaşayıp rüşeyme durmuş ve başağa doğru yürüyen nice güzel insanlar vardır. Allah'a dua edelim; iyilerin önünü açsın." Âmin.
Ahmet Kurucan, Zaman