Montag, 4. Juli 2011

Sakarya'da Türkçe Olimpiyatları ve Dil Dramımız

Şu günlerde her yanımızı Türkçe olimpiyatlarının tatlı musikisi sardı. Hem ülke genelinde hem de değişik illerde yapılan programlarla Anadolu'nun bağrından beslenen bir girişim Anadolu'ya vefa turneleri düzenliyor.
Sakarya'da yapılan muhteşem güzellik ve ustalıktaki organizasyon da gösterdi ki çok farkında olmadığımız yeni bir dünyanın ışık huzmeleri şafağımızı aydınlatmaya başlıyor.
Türkçeyi Orta Asyalı kardeşlerimiz güzel öğrenebilir ve türküler seslendirebilirler. Ancak Mozambik'ten, Gana'dan, Kamboçya'dan gelen öğrencilerin Türkçesine hayran olmamak ne mümkündür. Ve dile kolay 130 ülke Türkçe öğreniyor. Yani 130 ülkede Türk okulları var. Yani 130 ülkede Türkiye'den giden öğretmenler, idareciler, gönüllüler var. Yani 130 ülke ile tam bir gönül köprüsü kurulmuş karşılıklı sevgi akışı yapılıyor.
Vakti ile ülkemizin; köyüne, kasabasına sıbyan okulları, misyoner mektepleri, kolej açanlar fen, matematik yanında dillerini de öğrettiler dinlerini de. Bunun yanında kültürlerini, örflerini, değerlerini, alışkanlıklarını da öğrettiler ve sonunda sağ elde bıçak sol elde çatal ile yemek yemeği normal kabul ettik. Hatta sağ el ile yemek yemek görgüsüzlük kabul edilmeye başlandı.
Sakarya'daki bu nefis programı seyrederken bir aralık Afgan sunucu Şaira 'iştiyak' kelimesini kullandı. Hemen arka sıramızdan bir çocuk babasına sordu:
Baba iştiyak ne?
Babası:
"İştirak gibi bir şey oğlum." dedi.
Çocuk yine:
Baba iştirak ne?
......
Yan sıradaki bir hanımefendi gayri ihtiyarı cevapladı:
İştiyak istekli demek evladım.
İşte bizim dilimizin hali pür melali ve karşımızda 130 ülkeden gelen, Türkçe öğrenen, öğrendikçe bizi öğrenen, bizim gibi düşünen gençler. Ne kadar gurur duysak azdır ve bu güzel şöleni izleyip o akşamı yaşayıp gururlanmayan yoktur herhalde.
Dünya bizim dilimizi öğrenirken biz ne yapıyoruz? Yahya Kemal'in 'Türkçem ağzımda anamın ak sütü gibidir.' tarifindeki sütü hep birlikte sulandırıyoruz. Dilimizi hor ve hakir kullanmakla, dil temizliğine dikkat etmeyip özensiz tavırlarımızla tamiri mümkün olmayacak yaralar açıyoruz kültür bünyemizde. Sağlam malzeme ile sağlam inşa yapılabilir. Defolu malzeme ile yapılacak olanlar ise malum.
Bu güzel dili öğrenmiş rengârenk dünya çocuklarını görünce dilimize karşı hoyratlığımızdan biraz da mahcubiyet duydum. Nasıl utanmayız ki?
Bizler değil miyiz İngilizce öğrenme uğruna kendi dilimizi züppeleştiren?
Bizler değil miyiz kendi dilimizin kökleriyle alay edenler?
Bizler değil miyiz kuşdiline benzer eklerle, sellerle, kısaltmalarla kabile ahalisi gibi bir dil kullanan?
Bizler değil miyiz duyduğumuz batı dillerini öğrenmek yerine hayranlık duyan? Ve bu hayranlık ile kültürel istilaya kapılarımızı açarak asıl "Stockholm Sendromu" yaşayanlar biz değil miyiz?
Bizler değil miyiz bu kültürel virüsün yazılı sözlü bütün damarlarımıza dolmasına müsaade edip bundan zevk alan, sonrada bu istilanın lejyonerliğine soyunan?
Bizler değil miyiz dükkânımıza, apartmanımıza, ürünlerimize, unvanlarımıza, alet ve edevatımıza yabancı isimleri, kuyrukları ekleyenler?
Bizler değil miyiz elmanın Altın'ını beğenmeyip Golden'ine rağbet gösterenler?
Biz değil miyiz yıldızın Star'ını seven, gösterinin Show'una kaçan, sıcak çay yerine Ice Tea içen, Türk kahvesine Nescafe'yi tercih eden, kahvaltıyı Branç'a çeviren?
Biz değil miyiz 'Tiki Diline' müsamaha gösterip, yapmayın gençler, böyle kelimeleri mıncıklayıp düşünce dünyamızın temellerindeki tuğlaları kırmak sırça sarayımızı yıkar diyemeyen?
Bilakis tebessüm ve gıpta ile baktığım gençlerimizin dilimizi eşek şakası yaparken sakatlamasına göz yumanlar biz değil miyiz?
Beş on sene sonra baba ile oğlu 'çevirmen' veya 'internetten çeviri' programlarıyla anlaşırsa kimse şaşırmamalı. Niye mi?
Dil kullanımındaki free'lik ile kal gelen çocuğumuzun girl friendi ve kankileriyle ve de staylaları ile oha oluncaya kadar ful tim da reyting rekoruna katkı sağlamalarındaki cool'luk bizi de ohaa yapabilir tımaammı yaannni. 130 ülkeye öğrettiğimiz Türkçenin içinde hello, bayy, muck, cüss, kelimelerini veya oha olmak gibi ne idüğü belirsiz harf ve ünlem oluşumlarını nasıl izah edebilir ve yarın evinizde çocuğunuzla nasıl konuşup anlaşabilirsiniz?
Cevabı, yanıt; delili, kanıt; hakimi, yargıç; şahidi, tanık; zanlıyı, sanık; tespiti, saptama; tercümanı, çevirmen; haberciyi, anchorman; ahlakı, etik; imkânı, olanak; ihtimali, olasılık yapmamız küçük günahlarımızdan sayılır. Şimdi iştiyakı unuttuk, istidat, istimdat, murakıp, musahip, muarız, müşfik, musır, muin, muavenet, istinat, iltibas, iltisak, telakki, melhuz gibi güzelim anlam yüklü kelimeleri unutup İngilizcenin zengin dünyasında bizde karşılanamayan kelimeler olduğundan dem vurup hayranlıkla serenatta bulunup zevkle kendimizden geçiyoruz.
Tefrik, ifrat, tefrit, temyiz, isar, taalluk gibi kelimeleri çoktan geçtik. Sebep yerine kullandığımız neden kelimesi tek başına bir düzineye yakın kelimenin katili olarak aramızda dolaşıyor. Necip Fazıl'ın ifadesi ile 'Kurbağa Lisanı'na çevrilmeye çalışılan güzel dilimizde saik, sebep, amil, müsebbip, vesile, illet, saye, gaye, müessir kelimeleri terk edilmiş hepsinin ayrı ayrı ifade ettiği fark yok edilerek 'neden' kullanılmaya başlanmıştır. Denilebilir ki 'neden' hepsini karşılayabilir. Üstad Necip Fazıl cümle içinde kullanarak şu nefis izahı getirmiştir. "..halis Türkçe bir cümle: 'Türkiye'yi batıran sâiklerin bir müessire bağlanamamasındaki âmil sebep nedendir, nedir?'
Ve işte bu cümlenin kurbağacası:
'Türkiye'yi batıran nedenlerin bir nedene bağlanamamasındaki neden neden nedendir, nedir?"
Bile bile ama şuursuzca dilimizi küçümsüyor, hırpalıyor ve katlediyoruz. Dil öğrenmekle kendi dilimizi iğdiş edip kimliğini, kişiliğini bozmak arasındaki farkı ayırt edemiyoruz, ıskalıyoruz.
Sahih ve sağlam bir Türkçenin ne denli önemli olduğunu 'Türkçe Olimpiyatlarıyla' bir kez daha hatırladık.
Güzel Türkçenin korunması, konuşulması hepimizin vazifesi olduğu kadar 130 ülkede bu dilin öğrenilmesine katkı sağlayan Anadolu insanı ve ona yol gösteren Muhterem Mimara şükran hepimizin borcudur. Yunus Emre Türk Dünyasında bu dilin bayraktarlığını yaparken bu gönül mimarı tüm dünyada bu bayrağı taşımaktadır. Ve bu bayrak hepimizin gölgesine muhtaç olduğumuz bayraktır.
Sakarya'daki programdaki coşku ise ayrıca takdire şayandır. Köylerden, ilçelerden ve civar illerden insanlar akın akın bu şenliğe koşmuşlardı. Ücretsiz ama davetiyeli programı izleyebilmek için davetiyesi olmayanlar aracı bulmaya çalışıyorlar, bir davetiye ile birkaç kişi girmenin pazarlığını yapanları gördük. Allahtan kapılardaki gençler, saha içinde ve dışındaki gönüllü görevliler iyi yönlendirilmiş ve esnek tutumları ile davetiye mantığının maksadına uygun davrandılar. Sonunda 30-40 bin kişilik dev bir coşkuya imza attılar. Programdan dönerken büyük ülke, büyük medeniyet, köklü tarih, âlemşümul bakış, istikbalin muvazene ülkesi Türkiye gibi kavramlar zihnimde canlanmışlardı.
Fethullah Gülen Hocaefendi 'dil'i medeniyetin kristalize olmuş hali olarak tarif edip, Türkçeyi dünya dili yapmanın vacip olduğunu ifade etmiş. Aynı zamanda çok zengin ve güzel bir dil kullanan Hocaefendi'nin Türkçeyi öğrenmenin vacip, iyi kullanmanın sünnet, inceliklerine vakıf olmanın müstehap mesabesinde olduğunu söylemesi dil hassasiyetini anlatması açısından çok önemli bir yaklaşımdır.
Bu istikamette Türkçenin Dünya dili olmasına katkı yapan herkesi, olimpiyat ekibini, öğrencileri, hocalarını ve Sakarya'da bu programı gerçekleştirenleri can-ı gönülden kutlamak lazım. Ben kutluyorum. Helal olsun hepsine.
Hüsamettin Yılmaz, sakaryarehberim.com