Montag, 2. Mai 2011

Cemaat Demokrasiyi Bozar mı?

Demokrasiyi dişi bir mabude gibi tasvir etmek, Avrupa icadı bir imge. Özgürlük, adalet hepsi dişidir. Halbuki demokrasi, zorlu, ağır şartlarda iş gören ve dayanıklı bir yaratığa benzemeli, üstelik etkileyici görünmeli; yağız bir delikanlı gibi. O zaman zorlu sınavları ve yükleri, Kaf Dağı'nın ardından canavarın kellesini getirme becerisi olarak anlatmak mümkün. Bir de delikanlıyı bozan şeyleri... Cemaatler demokrasinin neresinde? Bu yağız delikanlının cemaatlerle alış verişi nedir? Cemaat demokrasiyi bozar mı? 'Cemaat' denince bir toplumsal örgütlenme biçimi anlaşılmalı. Ferdinand Tönnies'in 'gemainschaft' adını verdiği, toplumların tarihsel dönüşümlerinin stratejik dayanağı olan bir kategori. Bizde cemaat denince 'Fethullah Gülen Hareketi' anlaşılıyor. Hâlbuki cemaat, Gülen Hareketi'ni de içine alan çok yaygın ve vazgeçilmez bir grup yapısı. Öyleyse soruyu sosyolojik içeriğinden bir reel siyasî sonuç devşirmek üzere sormak lâzım: Cemaatsiz demokrasi mümkün mü?

Bahçeli'nin 'Abuk' Çağrısı

Cemaatlerin yapısı dışa dönük olmaktan ziyade içe dönüktür. Sıkı bir dayanışma ve yardımlaşma içinde, sağlam bir güven duygusu oluşturarak sosyal sorumluluklar üstlenirler. İnanç, bu güveni sağlayan ortak payda ve olarak devreye girer. Bir cemaate yapılabilecek en abuk çağrı, faaliyetlerini askıya alma çağrısıdır.
MHP liderinin, Gülen Cemaati'ne yaptığı çağrının masum olmadığını, bu çağrının akıl dışı içeriği gösteriyor. Ergenekon Davası, topyekun bir savunma ile battığı bataklıktan çıkmaya çalışıyor. Uyguladıkları savunma taktiği ise, darbe iddialarının bir komplodan ibaret olduğunu öne sürmek. Peki, bu kadar etkileyici bir komployu hangi örgüt tezgahlayabilir? Darbecilerin gömüldükleri bataklıktan çıkmak için bir günah keçisine ihtiyaçları var: Cemaat. Darbeciler, Gülen cemaatini hedef tahtasına koyarak huruç hareketine giriştiklerine göre, demokrasi galiba cemaatsiz pek mümkün değil. MHP liderinin seçim sath-ı mailine girildikten sonra, kendi seçmenlerine ters düşmek pahasına tabanının yakınlık hissettiği bir cemaate savaş açması, bu demokrasi eksikliğinin kanıtı değil mi?

Öyleyse demokrasi ile cemaatler arasında sanıldığının tersine olumlu bir ilişki olmalı.
Gemeinschaft: 'Cemaat' dediğimizde aslında bize özgü bir modelden bahsetmiyoruz. Bütün insanlığın bir zamanlar ana rahmi gibi huzurlu ve güvenli bir şekilde içinde yaşadığı sonra kaybettiği, yokluğuna dayanamadığı için yeniden aradığı, bulmak için her yola başvurduğu bir toplum modelinden bahsediyoruz. Bu toplum modelini sosyal bilimlere, yaşadığımız trajik değişimi açıklayan bir anahtar olarak yerleştiren Tönnies, içinde yaşadığımız toplum ile mahrum kaldığımızı karşılaştırma imkânı da veriyor. Geleneksel toplumlar, 'cemaat' (gemeinschaft) şeklinde organize olmuşlardı. Bu toplumlar, adeta büyük bir aile gibi yaşıyorlardı. Hasta mutlaka bakılır aç mutlaka doyurulurdu. "Yarın başıma ne gelir?" korkusuna bu toplumda yer yoktu. Bu toplum modeli, sanayileşmenin hızlandırdığı şehirleşme ile birlikte aşınmaya başladı. Cemaat parçalandı, yerine birbirine yabancı ve mesafeli insanlardan meydana gelen 'cemiyet' (gesellschaft) yani şehirli toplum geçti. Şehirlerimizin apartman hayatını ve oradaki komşuluk ilişkilerini gözünüzde canlandırdığınız zaman teorik bir kategoriden değil, içinde yaşadığınız toplumun kendisinden bahsettiğimi anlayacaksınız.

Cemaatçilik Olarak Komünizm

Binlerce yıl, etrafımızdaki tabiat gibi doğal algıladığımız, aksini ve alternatifini düşünmediğimiz bir toplum yapısı içinde yaşadık. Sanayileşip ileri teknolojik bir topluma doğru evrilirken, bu "doğal" toplumu da yitiriverdik. Binlerce yıllık insanlık tarihinin en trajik, en ürkütücü değişimi cemaat hayatından cemiyet hayatına geçiştir. Bu geçiş, ana rahminden dünyaya geçmek gibidir. Bu değişim o kadar sarsıcı olmuştur ki, sonrasında ortaya çıkan hemen her çaba bu sarsıntının telafi edilmesi ve bir şekilde cemaat hayatının yeniden kurulması içindir. Şehirlerde fabrika işçilerine dönüşen insanları, sınıf adıyla bir cemaat şeklinde organize etmeye çalışan sosyalistlerin, 'komünizm' ismini tercih etmeleri, ihtiyaç duyulan şeyi de gösterir. Komünizm, cemaat (commun, community) kelimesini Marksist ideolojinin adına dönüştürmüştür. Komünizmin Türkçedeki tam karşılığı "cemaatcilik"tir; ıstılah olarak cemaatteki ortaklaşacılığa atıfta bulunur. Aynı sınıfa mensup insanlar 'sınıf dayanışması' içine gireceklerdir. Yoksulluk paylaşımı getirecektir. "Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmayan" insanlar, ortaklaşa yaşayacakları bir cemaati kurmak için harekete geçecekler, proleterya devrimi ile bu cemaat hayatının ilk adımı atılacaktır. Ayrımı yaratan mülkiyettir. Mülkiyet olduğu için burjuvazi işçiyi yoksullaştırmakta ve sömürmektedir. Cemaat hayatı ancak eşitliği tesis ederek gerçekleşebilir. Bunun yolu da herkesi eşit kılacak düzeni kurmak, mülkiyeti ortadan kaldırmaktır.

Bazılarına zor bir ekonomi-politik teorisi olarak gelen Marksizm, merkeze cemaat alındığı zaman son derece sade ve iç tutarlılığı olan bir açıklamaya dönüşür. Milliyetçilik de, kaybolan cemaatin yerine, aynı sıcaklığı verecek büyük bir cemaat arayışının adıdır. Milliyetçi ideolojilerle milletlerin tarih sahnesine çıkışı arasındaki sebep-sonuç ilişkisi, kaybolan cemaatin yeniden inşası çabasını açıklamaktadır. Millet ve milliyetçilik arasındaki ilişki genel bir yanılsama olarak yanlış kurulmaktadır. Milliyetçilik var olan bir milletin kendisini ifadesi olarak ortaya çıkmamıştır. Tersine milleti biçimlendiren, tarih sahnesine çıkartan ve modern çağın uluslararası ortamının temel yapı taşı haline getiren bizzat milliyetçiliğin kendisidir. Milleti, milliyetçilikler yaratmıştır. Milliyetçilik, kaybolan cemaatin yerine siyasî bir cemaat yaratma gayretidir. Anderson'un vurguladığı gibi 'millet' bir 'hayalî cemaat'tir. Birey, tanımadığı ama kendisine benzediğine inandığı (aynı dili konuştuğu, aynı inancı ve vatanı paylaştığı) diğer insanlarla aynı cemaatin üyesi olduğuna inanmakta, bu hayal ile huzur bulmaktadır. Yitirilen cemaat, millet adıyla yeniden kurulmaktadır.

Max Weber, kapitalist ekonomiyi Protestan ahlâkının ortaya çıkardığını söylemişti. Bizdeki tarikatlere benzeyen, gerçekte ise tam bir cemaat olan Protestan Quaker, Baptist ve Metodist mezheplerin çalışma ve ticaret ile dinî inançlar ve kurallar arasında kurdukları ilişki, adeta dinî ahlakın ticarî ahlaka dönüşümünü anlatır. Çalışma ve mübadele bütünüyle dinî kurallar etrafında hayat bulmaktadır. Mesela yatırım sermayesini nakdî servete dönüştürmenin dinen yasaklanması gibi. Aslında burada anlatılan, dindarlık ile ticarî faaliyetler arasındaki uyumdur. Modern toplumlar güven boşluğunu derinden yaşar. Ticarette en değerli sermaye ise güvendir. Dindarlık, birbiriyle ticaret yapan insanlara peşin bir güven vermekte. Dindarlığın bu faaliyet alanlarında genel çerçeveyi oluşturması son derece doğaldır. Dindarlık bir toplumsal nirengi noktası olarak alınmakta, toplum din etrafında organize olmakta ve iş görmektedir.

Protestan Etiği ve Güven Toplumu

Weber, Amerika'da 1904 yılına ait bazı gözlemlerini ve görüşmelerini nakleder. Birlikte seyahat ettiği bir satıcıya, Amerikan toplumunun kiliseye bağlılığından söz ettiği zaman şu cevabı alır: "Bayım, bana kalsa herkes istediğine inanır veya inanmaz; ama hiçbir kiliseye mensup olmayan bir çiftçi ya da işadamı görünce ona elli sentlik güven duymam. Hiçbir şeye inanmıyorsa bana borcunu niye ödesin." Aranan prüten ahlâkının işlediği bir güven ortamıdır.

Bizde farklı iş kollarında faaliyet gösteren loncaların aynı zamanda dinî teşkilatlar olduğunu unutmayalım. Lonca erkanı ve kuralları tasavvufun zengin dünyasından alınmadır. Ordumuz yani Yeniçeriler bile Hacı Bektaş Dergahı'na bağlı bir dinî topluluk idi. Meslekî olarak örgütlü olanlardan topluma geçtiğimiz zaman izler daha derinleşmektedir. Türk milletinin Orta Asya'dan Batı'ya yönelmesi, anavatanlarında İslâmiyet öncesinde çok doğal ve yaygın olan "yağma"nın yerine tamamıyla dinî nitelik taşıyan "gaza kültürü"nü başarıyla yerleştirmeleriyle mümkün olmuştur. Yeni göç edenler, yerleştikleri yerde "dinî bir cemaat" şeklinde teşkilatlanmıştır. Ömer Lütfi Barkan'ın "Kolonizatör Türk Dervişleri" başlıklı makalesi aynı zamanda din ve dindarlık etrafında kurumlaşan iskân siyasetini anlatır.

Bugün kuru kültür iklimimizde, dünyaya laik-antilaik ekseninden bakanlara cemaatlerle tarikatlar arasındaki farkı anlatmak bile çok zor. Bugünün etkili ve sürükleyici modelinin tarikat yerine cemaat olması da, dinî inancın kozmogonisinin değil dindarlıkla karşılanan toplum hayatının ihtiyaçlarının öne çıktığını gösteriyor.. Başka türlü karşılanmayan, karşılanamayan saf insanî ihtiyaçlar ve arayışlar bunlar. Anlamak niyetiyle bakanların, dinin siyasî yorumlarının değil birlikte yaşanan toplumsallığın dindarlıkta vücut bulduğunu fark etmeleri lâzım. Şerif Mardin'in "Bediüzzaman Said Nursî Olayı" başlıklı araştırması, Cumhuriyet'in ilk yıllarında Nurculuğun, kırsal ve küçük kasaba orta sınıflarının temsil arayışına nasıl sembolik bir anlam kazandırdığını anlatır. Said Nursî karşımıza, çevreye yani taşraya canlılık ve ifade gücü kazandıran bir önder olarak çıkmaktadır. Merkez karşısında dağınık olduğu için güçsüz olan taşra, Nurculuğun ortak dili ile bir araya gelmiş ve baskılara direnmiştir. Cumhuriyet'in başlarında toplumun ana gövdesi, modernleşmenin ağır sancılarına biraz da Nurculuk gibi toplumsal vechesi kuvvetli akımlar sayesinde katlanabilmiştir.

Türk toplumunun hayırseverlik gücünü bir sermaye olarak tasavvur edelim. Dindarlığın beslediği bir sermayedir bu. O zaman, kimsesiz çocuklarına devletin baktığı, çok azına bakabildiği, bakabildiklerine de kötü davrandığı bir ülke olmak inanılmaz bir tezat değil mi? Neden laik batı dünyasında bu işi tek başlarına kiliseler üstleniyor? Cemaatleri sınır dışında tutarak toplumda var olan sosyal sermayeyi heba edersiniz. Paranoyakça yasaklara rağmen toplumun ifa ettiği dayanışma ve yardımlaşmanın, her şeye rağmen sizi ayakta tutan güç olduğunu fark edemezsiniz. Cemaatler konusunda yeniden düşünmeliyiz. Cemaatlerine zorluk çıkartan, cemaatleriyle kavga eden, onlara yasaklar getirmek için fırsat kollayan bir devlet, kendi ayağına kurşun sıkmaktadır. Türkiye'nin sivil gücü çoğu yerde kendi devletinin taktığı çelmelere rağmen, "cemaat" sıfatıyla dünyanın her yerinde at koşturuyor, iddialı projeleri gerçekleştiriyor. "Çağımızın Kolonizatör Türk Dervişleri", dünyanın hemen her ülkesinde güven adaları inşa ediyor. Geleceğin dünyasında Türkiye'nin yeri, bu "millî misyonerler" eliyle bugünden şekilleniyor. Cemaatlere düşmanlık bu topluma, aklı başında bu devlete has bir tavır olamaz. Bu ülkeyi sevenlerin ve düşünenlerin savaşa değil, bu toprakların sahip olduğu bütün potansiyeli yine bu ülkenin sorunlarını çözecek ortak amaçlar için seferber etmeye ihtiyaçları var. Bahsettiğim şey, bu ülkede inanılmazların gerçekleşeceği mucizenin kendisidir. Bu mucizeyi "cemaat farkı" ortaya çıkartacaktır. Elinizde, bu farkın yerine koyabileceğiniz hiçbir şey yok; üretmeniz de yakın tarihin gösterdiği vechile imkânsız.

Mümtaz'er Türköne, Star

gulenbewegung.blogspot.com