Dienstag, 20. September 2011

Hocaefendi


Nihat Dağlı: Hocaefendi
Yıl 1984'tü. Adana Borsa Lisesi'nden mezun olmuş, üniversiteyi okumak üzere İzmir'e gelmiştim. Türkçe bilmeyen bir ebeveynin yoksul çocuğuydum. Kredi yurduna yerleşememiş, aynı okuldan birkaç arkadaşla bir ev tutmuştuk. Evimizin çok eksiği vardı ancak bunu hiç de problem yapmamıştım. O evde gördüğüm kardeşlik beni İzmir'de tutabilmişti.
Dört iyi arkadaştık. Her birimiz Anadolu'nun bir yerinden İzmir'e gelmiş, mütevazı öğrenci evimizde birbirimizin hikâyelerine açılmıştık. Dahası kalplerimizde birbirimize yer açmıştık.
Bergamalı Muammer, üst sınıfımızdan, namaz kılan bir öğrenciydi. Akşamları odasına çekilir, teypten bir hocaefendiden vaazlar dinlerdi. Ben o sıralar Adana'dan, yanımda taşıdığım Rus klâsikleri ve Nietzsche okumaları içindeydim. Doğrusu hayatın içime saldığı yığınla sorum vardı. Dinî geleneksel formlar içinde yaşayan çevremden edindiğim bir dinî duyarlığı taşısam da bu, okumalarımla ve vardığım şehirlerin kaotik yapısıyla örselenmişti.
Bir akşam Muammer'in odasına girip kendisiyle bir vaazı sonuna kadar dinlemiştim. Hatip, Fethullah Gülen'di. İlk kez ismini duyuyordum. Dinlediğim o vaazdan epey etkilenmiştim. Yalnız, Hocaefendi'nin etkili bir Türkçe ile konuşması değil, konuştuğu şeyler de beni düşündürmüştü. Dinlediğim kaset, 'Altın Nesil' konferansının kayıtlarıydı. Edebiyatın ve felsefenin insanın etrafında geliştirdiği sorulara gönderme yapan Hocaefendi hiç de yabana atılmayacak çözümlemeler yapıyordu. Fethullah Gülen, o güne kadar karşılaştığım ve çok sıkıcı bulduğum 'Hocaefendi' profiline uymuyordu. Kendisinden okumalarıma yakın yorumlar dinlemiştim.

O günden sonra Fethullah Gülen'in diğer konuşmalarının peşine düştüm. Bir hocaefendiden Darwin'i, Evrim Teorisi'ni dinlemek bana epey ilginç ve çarpıcı gelmişti. Gülen, okumalarıma eşlik eden biri olmaya başlamıştı. Ne düşündüğünü, ne yaptığını merak eder olmuştum. Sızıntı'ya yazdığı başyazılarını okumuştum mesela. Sonradan çok seveceğim Andre Gide ile Gülen'in bir yazısında karşılaşmıştım. Dünya Nimetleri'ni bu yazıdan sonra okumuştum. Erdemin Felaketleri'ni yazan Sade'i de... Hep şuna inanırım: İyi yazarlar, okuyucusunu başka iyi yazarlara götürendir. Fethullah Gülen okumalarıyla cins yazarlara ulaştığımı söyleyebilirim. Doğu'dan ve Batı'dan birçok ismi onun kitaplarıyla tanıdım.
Yıllar geçti, Hocaefendi benim için hep 'yakın' bir isim oldu. Sivil, öznel, bağımsız ve çapraz okumalarla kendimi kurarken, hikâyem çeşitlenip renklenirken Hocaefendi'ye de hep yakın durdum. Sadece bir hatip olmaktan çoktan çıkmış, bu ülkenin ruhundan edindiği bir dille ülkeye hizmetlerini çeşitlendirmişti. Şahsında ete kemiğe bürünen dil ile yakınlık kuran Anadolu insanı öğrenci yurtları, üniversiteye hazırlık dershaneleri ve okullar açmıştı. Bu hizmetler, Yalçın Koç'un 'Anadolu Mayası' dediği şeyi hayata taşıyordu. Daha çok Fethullah Gülen ile birlikte anılan ve 'Gönüllüler Hareketi' olarak isimlendirilen şey, tarihin ve zamanın kuytularında öylece duran Anadolu ruhunu hareketlendiriyordu.
Ülkenin ruhundan bir parça olduğu içindir ki bu ruh ülkede karşılık buldu. Türkiye bunu fark etti, bu fark edişle yılların büyüttüğü kompleksten sıyrılabildi. Şimdilerde küresel büyüklükte ve yoğunlukta boy gösteren oluşumların söz sahibi olduğu bir dünyada, Anadolu insanı da konuşabiliyor, dünyaya ve hayata dair cümleler kurabiliyor. Yüzden fazla ülkeden insanın Türkçe üzerinden başka türlü bir dille tanıştığı gerçeğiyle karşı karşıyayız. Ki bu birçok açıdan okunmaya açık bir durumdur. Ne olursa olsun, ortada olan şudur: Fethullah Gülen ile yakınlık kuran insanlar, bu ülkenin ruhundan besleniyor, hizmetleriyle de bu ülkeye çalışıyorlar. Kurdukları cümleler ve inşa ettikleri, Türkiye'nin 'asılları'yla akraba şeylerdir. Öyledir ki, bu insanların hizmetleriyle birlikte Türkiye bir kez daha dünyanın gündemine etkin bir unsur olarak girebiliyor.
Ancak Fethullah Gülen'in şahsında görünürlük kazanan insanlara ve hizmetlere yöneltilmiş itirazlar da vardır. Türkiye'nin ruhuna, kimliğine ve medeniyet perspektifine vâkıf zihinler için epey ilginç eleştirilerdir bunlar. Fethullah Gülen, Türkiye olmayan bir Türkiye'nin kuruluşuna çalışıyormuş gibi sunuluyor, bir ayrık otu gibi değerlendiriliyor. Türkiye'nin merkez ruhuna yaban bir ses gibi takdim ediliyor. Oysa Fethullah Gülen tam da Türkiye'nin merkez ruhuyla akraba biridir. Onu, dili ve duruşunu eleştiri konusu yapanların kendisi bu merkezî ruhla uzaklık içindedirler. Merkezde olmayan Fethullah Gülen değil, Gülen'i bir tehlike olarak kurgulayanlardır diye düşünüyorum.
Biz anne ve babalarından, içine doğduğumuz yakın çevreden 'inanç' edinmiş delikanlılardık. Anne ve babalarımız, yakın çevremiz gibi inanıyorduk. Gıl u gışsız bir inançtı bizimkisi... Bu inanç, kadim bir geleneğin imbiğinden geçerek bize aktarılmıştı. Anne ve babalarımıza fazlasıyla yeten, onları hayatın içinde tutan, hayatı onlar için daha yaşanılır kılan 'sahici iman' diyebileceğimiz bu inanç durumu, yolu okullara düşmüş bizleri ne kadar tutacaktı, biz ne kadar bu inancın içinde kalacaktık? Çünkü şöyle bir gerçek vardı: Okullarımızda öğrendiklerimiz, evlerimizde inandıklarımıza yakın durmuyordu. Ev ile okul arasında görünen bir karşıtlıkta bölünüyorduk. Üstad Bediüzzaman'a gelip o can alıcı soruları soran delikanlılar olmuştuk. Zihnimize üşüşen yığınlarca soru inançlarımızı taciz ediyordu. Bu durum bizi kadîm bir geleneğe, evlerimize, dahası anne ve babalarımıza yabancılaştırıyordu. Bu sorular çeşitlendikçe ve biz öylece cevapsız kaldıkça bir 'dil'den oluyorduk. Anne ve babalarımızın anlamakta güçlük çektiği başka dillere vurgu yapıyor, bilim diyor, Darwin'den bahsediyorduk. O çelimsiz yapılarımızla sahiplendiğimiz soruların çekilmezliği içinde erkenden düşüyorduk.
'Yol'dan çıkmış zamanların tereddütleri içimize dolanmıştı. Soruyorduk. Veya bize sorduruyorlardı. Allah niçin kullarını bir yaratmadı? Kimini kör, kimisini topal olarak yarattı? Azrail [aleyhisselâm] bir tane olduğu hâlde, bir anda vefat bir sürü insanın ruhunu nasıl kabzediyor? Bir tabii afette ölenlerin hepsinin eceli birden mi gelmiştir? Şeytan cehenneme gireceğini bildiği hâlde niçin küfürde ısrar ediyor? O neydi öyle, sorudan soru yakılıyordu. Bir geleneğin içinden çıkıp gelen yakın çevremiz bu sorular karşısında öylece şaşakalıyordu. Ne oluyordu bizlere böyle!? Bir şeyler oluyordu işte! Çocuklar 'ev'lerini yitiriyorlardı, yakın çevrenin tarihinden düşüp kayboluyorlardı.
İşte böylesi bir ruh hâleti içinde "Asrın Getirdiği Tereddütler"i okuduk. Ağrıyan taraflarımıza iyi gelsin diye eczaneden aldığımız ilaçlar gibi olmuşlardı. Bu kitap serisini oluşturan her bir soru bizim de sorduklarımızdandı. Ve her bir soruya verilmiş o cevaplar, ilk kez okuduğumuz şeylerdi. Cevaplar, hem soruların hem de geleneğin diline vâkıftı. Biz cevaplarda, hem şüphe merkezlerinin hem de ailelerimizin konuştukları dillere bir vukufiyet görüyorduk. Güven duygusu içinde bu okumalara düştüğümüzü hatırlıyorum. Yavaştan içimizde kaybolmaya yüz tutan hisleri bize yeniden bulduran bir okumaydı bu. Hani bir şeylerinizi kaybeder, çok üzülürsünüz. Sonra karşınıza bir vesile çıkar, size kaybettiklerinizi getirir. Nasıl mutlanırsınız? "Asrın Getirdiği Tereddütler" kaybettiklerimizi bize bulduruyordu.
Yıllar sonra, "Asrın Getirdiği Tereddütler"in yeni baskılarıyla karşılaşınca, öylesine karıştırdım. Sorulara bakıp, yeniden bir okumaya giriş yaptım. Bu sefer şu soruyu sordum: 'Eski' bir kitabı okumak bir tekrar mıdır? 'Tekrar okuma'larımdan biliyorum ki, biz bir kitabı her seferinde yeniden okuruz. Çünkü ellerimizin arasında duran kitap, bu kitabın ruhu, durağan, küt bir şey değildir. Çünkü 'eski' kitaplarına giden okuyucu aynı okuyucu değildir. Adına 'tekrar okuma' dediğimiz fiilde, artık 'başka biri' olmuş hâlimizle o kitaba gidiyoruz. Ve gittiğimiz kitap da, 'başka biri' olmuş hâlimize karşılık gelen ruhuyla bizi karşılar. Yani 'tekrar okuma'lar yapan okuyucu, her seferinde başka biri olarak yeni bir kitaba gitmiş oluyor.
İlk okumalarımdan yıllar sonra "Asrın Getirdiği Tereddütler"i yeniden karıştırınca hissettiğim şey budur. Evet, tereddütler hep olacak! Çünkü hep yeniden yaratılan bir hayatın içinde yenilenip duran hâller yaşıyoruz. Evimizin önünde akıp duran ırmağa defalarca girmiş olsak da, her seferinde yeni bir ırmağa girmiş oluyoruz. Çünkü ırmak biteviye akarak ve biz de değişerek yenilenmişizdir. "Asrın Getirdiği Tereddütler"le ilk kez karşılaşan okuyucular, bu kitap serisiyle sahiden 'yeni' cevaplar bulmuş olurken, bizim gibileri de 'yeniden' bir okuma yapmış olacaklar.
Prizma serisinin sekizinci kitabı olan "Çizgimizi Hecelerken"i okurken, kitabın muhtevasından ziyade şunu düşündüm: Kırk yılı aşkın bir süredir aralıksız devam eden bir sohbet halkası... Sohbet halkasının ortasında; varlığını, hayatını, gönlünü ve zihnini hakikate yatırmış bir Hocaefendi duruyor. Yüzünü çevirdiği, yürüdüğü, büsbütün açık hâlde yaşadığı hakikat dışında bir şey(i) olmayan Hocaefendi'nin etrafında ise hakikate talip onlarca/yüzlerce/binlerce insan... Allah her daim varlığa/hayata/yaratılışa müdahale ediyor, yaratılış kesintisiz sürüyor. Kesintisiz süren yaratılışta görünür olan hakikat, bu sohbet halkası içinde kendine bir dil buluyor.
Nasrettin Hoca ile ilgili anlatılan bir fıkrada Hoca'ya, 'Dünyayı nasıl buldun?' diye sormuşlar, o da 'sora sora' diye cevap vermiş. Hoca'nın her cevabı bir 'nokta'dır, nokta ise bir yoğunluğa işarettir; sadece nokta değildir, içinde bir çokluk barındırır. Mesela insan noktadır, kâinatın küçülmüş hâlidir, onu çözdüğünüzde karşınıza bütün bir varlık çıkar. Hoca'nın cevabında iki önemli husus vardır: Dünya ve soru... Dünya da, içinde çok şey toplanmış bir noktadır; varlığının ve mahiyetinin anlaşılması için kendisine sorularla gitmek gerekiyor. Dünyaya doğmak, soruların ortasına bırakılmaktan başka nedir ki? Kendisine doğan insana sorularıyla dokunur dünya, insan da ortasında kaldığı soruların cevabını bulmakla nasıl bir yere doğduğunu anlar.
Evet, doğarken bir 'dünya' buluruz; kapalı, yığınla sorusuyla üzerimize gelen, huzursuz kılan bir yer... Üzerimize gelip huzursuz kılan sorular cevapsız kaldıkça dünya bize yaşanacak bir yer gibi gelmez. Bir anlamsızlığın ortasında huzursuz oluruz. Bu sebeple soruların peşine düşer, cevaplarını ararız. Sorduğumuz, peşine düştüğümüz, bir şekilde cevabını bulduğumuz sorular etrafımızdaki belirsizliği giderir, doğduğumuz dünya böylelikle bir 'anlam' bulur. Biz 'dünya'ya verdiğimiz 'anlam' içinde oturmaya/yaşamaya başlarız. İçine oturduğumuz anlam, Dünya'daki 'dünyamız' olur; kokumuzu, tadımızı, nazarımızı ve niyetimizi buradan devşiririz. 'Dünyamız/çizgimiz' dediğimiz şey bize ev, kabuk ve elbise olur; onun içinde yaşar, öylece 'dünya'ya dokunuruz.
Varlığını, hayatını ve gönlünü hakikate yatıran Fethullah Gülen Hocaefendi'nin oturduğu ve dil kesildiği yere, sorularının peşine düşerek var olan yüzlerce/binlerce insan gelip oturmuştur. Hocaefendi kendisinde biriken cevapların sorularına sahip insanlar bulurken, bu insanlar da Hocaefendi'nin şahsında sorularının cevabı bir ağız bulmuşlar. Hoca-talebe, soru-cevap formunda yaşanan bu hâlleşme, kadîm irfanî geleneğimizin gövdesinde duran 'sohbet'in günümüze taşınmasıdır.
Cevaplarına soru ve sorularına cevap arayan insanların buluşması olan ve kırk yıldır devam eden bu sohbet halkası nihayette bir 'çizgi', yürünen/yaşanan/hedefi bulan bir yol ikame etmiştir. İkame edilen bu yolun görünür olduğu çok kanal vardır. Dünyanın her bir tarafına dağılmış binlerce insan ve kurum, kendini hayata/dile/teoriye vuran bir tecrübe bu 'çizgi'nin dillenmesidir. Başka türlü bir insan ve bu insanın etrafında yaşanan 'yeni' bir pratik... Prizma serisinin sekizinci kitabına 'Çizgimiz' şeklinde isim olan bu tecrübe ve pratik, son üç yüz yıldır dünyayı şekillendiren uygarlık biçiminden farklı bir tasavvura işaret etmektedir. İnsanı ve aklı anlam kurucu unsurlar olarak merkez bilen Hümanist paradigmanın tersine bu 'çizgi' Yaratıcı'yı varlığın ve hayatın merkezine koyuyor. Allah'ın anlam kurucu olduğu bir tasavvurun ikame ettiği bir nazar, bir niyet biçimi...
İlk önce insanların hayatında, sonra yeryüzü haritasında tesiri görünen, şimdi de dünya üniversitelerinde konuşulur olan bu 'Çizgi' yoluna devam ediyor. İnsanların hayatında ve dünyanın vechesinde çizgilerini göstererek kendini açıyor. Hayatın içinde yaşanarak 'hecelenen' bir durumdur bu. Bir vakıa olarak yaşanan bu duruma, Hocaefendi, 'Çizgimizi Hecelerken' diyor. Bu isimlendirme; 'çizgi'nin büsbütün yaşanmadığına, bir kerede ve kolaylıkla telaffuz edilmediğine, şimdilik 'hecelendiği'ne işarettir. Dolayısıyla bu kavramsallaştırma, mesuliyetin devamı adına bir çağrı olarak da okunabilir.
Hiç şüphesiz insanı fiillerinden tanırız. İnsan 'iş'iyle 'iç'inden haber verir, fiilleriyle kendini açar. Bir anlamda fiil, failin imzasıdır, onun 'bütün hâli'ne dair bir işarettir. Dil üzerinden insanın kendisini parlatması her zaman mümkündür; insan çok şık cümlelere imza atabilir, bir söylem olarak cazibe merkezi görünebilir. Bir vakit, bir dönem bu böyle de kabul görebilir. Ancak kişi 'dil'e taşıdığı ve söylem üzerinden gösterdiği 'iyi' hâlini fiillerinde de göstermezse inandırıcılığını yitirir. Şık cümlelerin kurucusu, fiili sonrasında değersizleşirken, cümlelerinde görünür olan 'hakikat' de tesirini yitirir. Çünkü 'dil'den çok 'hâl' hayatîdir; 'dil'deki insan değil, 'hâl'deki dokunulabilirdir. "Âyinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz!" sözü bu meseleyi özetliyor.
Doğru, fiil fail için iyi bir adrestir; zira failini gösteren aynadır. Öyledir ama fiil hiçbir zaman failin 'bütün'ü demek değil, failden sadece bir cüzdür. Fiil üzerinden failin silueti görünebilir, ancak fiili didikleyerek failin 'bütün'üne dokunamayız. Kimi zaman fiil, failini örten bir perde de olur. Fiil o kadar ortada ve görünürdür ki, dikkatler kendisinde toplandığı için fail unutulur. Fiile odaklanmış dikkatlerin sahipleri bir süre sonra fiili merkezîleştirir, fiil üzerinden konuşarak faili araçsallaştırırlar. Mesela Cervantes ve döneminden hareketle Donkişot'un okunmaması, Donkişot'tan hareketle Cervantes ve döneminin okunması böyle bir şeydir. Bu yüzden Donkişot, edebiyat kamuoyunda, yazarının üstüne çıkmış bir roman muamelesi görüyor. İnsanı 'hareket'inden bağımsız düşünemeyiz, ancak 'hareket'in, sahibini belirleme veya örtme durumunu da gözardı etmemeliyiz.
Malum, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin tasvipleri ve Anadolu'nun ruhuyla şekillenen bir 'Gönüllüler Hareketi' var. Bu hareketin içinde var olmuş Anadolu'dan insanlar, yeryüzünün bütününü kendilerine vatan bilmiş, insanın olduğu her yeri hedef belirlemiş, gittikleri yerde başlığa çıkardıkları insana dokunmayı 'hizmet' bilmişler. Şimdi bu hareket özelde dünyada, genelde Türkiye'de konuşulan/tartışılan merkezî bir konudur. Dünyada bu konuşma/tartışma, daha çok Gülen'in yazdıklarına, müesseselere ve bu hareketin içindeki insanlara yoğunlaşarak yapılıyor, neticede de kimi teorik/akademik sonuçlara varılıyor. Türkiye'de ise aynı mevzu, her meselede olduğu gibi, bir türlü ergenliği geçemeyen bir bakışla deforme ediliyor.
Gerek sonuçları gerekse bu sonuçlar üzerinden yapılan tartışmalar sebebiyle hareket o kadar görünürdür ki, sadece bu 'görünürlüğe' odaklanarak okuma yapanlar, bu hareketin merkezindeki Hocaefendi'yi ve Anadolu insanını 'doğru' okuyamıyorlar. Hareket ve hareketin içindeki insanların öznellikleri, verili bir dilin, ön kabullerin ve sosyal bilim denen problemli disiplinin çerçevesi içinde mahiyet değiştirerek silikleşiyor. Biz bu okumalarda ve yapılan tartışmalarda, ne Hocaefendi'nin şahsını ne de kendilerini bu hizmete adamış Anadolu insanını tanıyabiliyoruz. Fethullah Gülen sahici hâliyle kimdir, ne düşünüyor, ne hissediyor, nasıl yaşıyor, kişisel hikâyesi ve hayatı içinde nasıl görünüyor? Kırk yıldır bu hizmete koşan, maddî ve manevî birikimlerini 'hizmet'in dışında tutmayan başka türlü bir Anadolu erkeği/kadını olan insanlar kimlerdir, neler yaşadılar ve yaşıyorlar? On yıl önce köyünden/kasabasından çıkıp büyük şehirlere gelen, üniversite eğitimini bitirip uzaklardaki ülkelere giden, orada eğitime hazır hâle getirilmesinde bedenen katkı verdikleri okulda eğitimci olarak çalışan, aynı zamanda Anadolu kültürünün elçiliğini yapan genç insanların oluş ve kendileri olarak kalma süreçleri nelerdir?
Hayır, yapılan okuma ve tartışmalarda bu soruların cevaplarını bulmak pek mümkün olmuyor. Sanki 'hareket', insansız var olan ve var olmaya devam eden bir şey! Hâlbuki inkâr edilmez bir görünürlük ve 'değer'den bahsedilebiliniyorsa, bu, içinde/arkasında insanlar ve hayatlar olan bir 'durum'u gösteriyor, bunu görmek gerekiyor. Değilse, insanlar ve hayatlar görülmeden, bütünlükleri içinde kendilerine dokunulmadan 'hareket'ler anlaşılmaz. Ama gelin görün ki, bir 'yanlış' tekrarlanıyor. Dünyayı yaşanılır kılma adına ulaşılmadık insan bırakmak istemeyen 'Gönüllüler Hareketi' bir 'heyula' olarak gösteriliyor. İnsansız bir eylemlilik hâliymiş gibi, sanki felaket...
Dünya için çok önemli, canlı, diri ve tesiri hissedilen bir hareketin fikir mimarlığını yapan Hocaefendi'nin 'hâl'e vuran fotoğraflarına bakmak gerekiyor. Bu fotoğraflarda Hocaefendi'ye dokunabiliyoruz. Modern zamanlarda yitirdiğimiz hikmetin, inceliğin ve derinliğin nasıl ete kemiğe büründüğünü görüyoruz. Fethullah Gülen'in mekânla, insanla ve hayatla geliştirdiği hukuku... Misafiri olduğu evin, kaldığı odanın, yakınlarındaki insanlarla paylaştığı salonun kirasını ödeyen, talebesinin düğün masraflarını karşılayan bir Hocaefendi!
Şahsıyla ve şahsî hayatıyla hikmete ve hakikate işaret gibi duran bu Hocaefendi yakîn bir okumayı hak ediyor. Kendisine gitmek ve işaret ettiği derinlikte var olmak bizler için bir imkân olsa gerek. Zira Hocaefendi'nin şahsında 'Gönüllüler Hareketi'ni var kılan değerleri bilme imkânını buluyoruz. Bu hareketin içinde var olmaya devam edenler de bu değerlerle olan yakınlık ve uzaklıklarını test edebilirler.
İnsanlık kalesinin burcunda hep nöbetçi veya nöbetçiler durmuştur. Bu nöbetçi ve nöbetçiler, kalenin huzur ve güven içinde 'kendi' olarak kalması için gözlerini dört açmış, tehlikenin belirişinde veya çıkışında, kaleyi ve kaledekileri uyararak birer 'diriliş çağrıcısı' olmuşlardır. Çağrının dillendirilmesiyle, kale ve kaledekiler, kısa bir süre de olsa çekildikleri kuytulardan kendilerine dönüp yeniden var olmuş, yani dirilmişlerdir. Anlaşılan o ki, bu diriliş çağrısına muhatap olan kale ve kaledekiler 'ölü' değillerdir; dirilmeye meyilli ve dirilebilme istidadındadırlar.
Evet, ölü(ler) 'diriliş çağrısı'nın muhatabı değildir. Bir uyarıcı olan çağrının artık canlandıramayacağı 'ölü'ye bu çağrı yapılmaz; ölmemiş, ama 'can'ları da ayakta olmayan, bir şekilde 'can'ları uykuya çekilmişler bu çağrıya muhataptır. Zaten çağrıyı kalenin burcundaki nöbetçiler yapıyorsa, demek ki kale ve kaledekiler bir süreliğine istirahata, belki de uykuya çekilmişlerdir. İstirahat veya uyku ise, 'ölüm'e komşu/yakın durumlardır; 'diriliş çağrısı'yla ölüme karışmaktan kurtulurlar.
Her dem yeniden yaratılan/dirilen hayatın uyanıklığı nispetinde diri olması gereken insan, sıklıkla istirahata veya uykuya çekilerek, 'diriliş çağrısı'nın muhatabı durumunda kalıyor. Diriliş çağrısının muhatabı olma durumu, insanın ne 'ölü' ne de 'diri' olduğu noktadır. İstirahata veya uykuya çekildiği bu vakitlerdeki insana 'olan' (insan olabilme kabiliyetini taşıma durumu) diyebiliriz; 'olan', ama 'var olmayan'... Diriliş çağrısı ise, insanı 'olan'dan 'var olan'a (insan olabilme kabiliyetinin inkişafı durumu) taşır. Düşünün ki, gecenin bir vakti ormandasınız. Her taraf karanlıktır. Hiçbir şey seçilmiyor. Ağaçların köklerine ellerinizle dokunuyor olsanız da, ağaçları, dallarını, renklerini, bitki örtüsünü seçemiyor, sadece varlıklarını hissediyorsunuz. Etrafınızdaki her şey var ile yok arasındalar. Sonra vakit sabaha varıyor. Karanlığın dağılması ve güneşin doğuşuyla birlikte hissettiğiniz o her bir şey varlık kazanıyor. Artık ağaçları fark edebiliyor, dallarını seçebiliyor, nasıl bir renk içinde kaldığınızı görebiliyorsunuz. İstirahata veya uykuya çekilmiş insanlık durumları, gecenin içindeki orman gibidir; orada olduğu hissedilen, ama varlığı seçilemeyen ağaçlardır. Uykuya çekilmiş insana yapılmış diriliş çağrısı da, doğan güneştir; insanı 'olan'dan 'var olan'a çıkaran aydınlık...
Bu uzun izahatı, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin "Diriliş Çağrısı" isimli kitabından hareketle yaptık. Hocaefendi, hiç şüphesiz insanlık kalesinin burcunda uyanık bir nöbetçidir. Peygamberlerin, velilerin, ariflerin, âlimlerin ifa ettikleri bu vazifenin günümüzdeki ifasına çalışıyor. Başka bir hayatı yok; okumaları, konuşmaları, yazmaları, durduğu yer, bulunduğu makam, gelişi ve gidişi bu vazifenin ifası içinde geçiyor. Görerek, okuyarak ve yaşayarak biliyoruz ki, bu 'nöbetçi' insan, insanına, ülkesine, dünyaya, yeryüzünün bütün çocuklarına hep 'diriliş çağrısı'nda bulunmaktadır. Kalplerimizi, vicdanlarımızı, zihinlerimizi, bütünüyle hayatımızı Allah'a, Allah'ın rızasına açık tutmaya çağırarak, ölüme yakın istirahat ve uykularımızı bölüyor, bizi 'olan' bir şeyden 'var olan' şeylere çeviriyor.
"Diriliş Çağrısı" kitabı, insana çağrıda bulunmanın, onu uyandırmanın ifadesidir. İnsanın, toplumun, ülkenin, bütün bir dünyanın diriliğini imkânlı kılan dinamiklerin altı çiziliyor burada. Bu bir hadis, tefsir, kelâm, sosyoloji, edebiyat, siyaset kitabı değildir; hayat ne ise, insanı ne kuşatıyorsa, hayat ve insan nelerle ve nasıl diri kalabiliyorsa kitabın konusu bunlardır. İnsanlık kalesinin burcunda duran nöbetçi, kalenin dört bir tarafına bakar; gecenin içinde patlayan çıtırtıya kulak verir, gökteki yıldızda gözleri oyalanır, gündüze döner, yine orda görünürlük kazanan her bir şeyde oyalanır. Kalenin etrafında geçen hayata doluşan ne ise, her bir şey dikkatini çeker. Varlığı, bütün bir hayatı, varlığın ve hayatın orta yeri olan insanı var kılan, ona mânâ katan din de hayatın hepsi demektir.
Evet, Hocaefendi, "Diriliş Çağrısı"nda bizi 'hayat'a çağırıyor; 'iç'te ve 'dış'ta dirilmeyi imkânlı kılan hususlara vurgu yaparak, hayatta(r) kalmamıza vesile oluyor.
Hakan Yavuz, 'Gönüllüler Hareketi'ne dair yaptığı bir okumada mealen şu tespiti yapıyordu: "Hareketin merkezinde 'metin' yok, 'lider' vardır. Dolayısıyla 'lider'in olmayacağı gelecekte 'hareket'in varlığı/neye dönüşeceği belirsizdir." İdeolojik içermelerden azade olmayan bu değerlendirmeyi, 'hareket'in ulaştığı/içine aldığı yer ve insanlarda gerçekleştirdiği dönüşümü küçümseyen kibirli bir sosyal bilimcinin eleştirisi olarak okuyorum. Hareket'e bakıp sadece 'konuşan adam'ı görmek, 'lider' olarak görünen 'özne'nin yaslandığı geleneği/külliyatı görmezden gelmek 'ideolojik körlük'le açıklanabilir. Zira 'hareket'in merkezinde bir 'kurucu özne' duruyor gibi görünse de, 'haraket'in ontolojisini 'öznenin şahsiliği' değil, bu öznenin yaslandığı gelenek ve külliyat oluşturuyor. Hocaefendi imzalı ve her biri onlarca kitaptan oluşan seriler bile 'hareket'in 'merkez'ini göstermeye yetiyor. Mesela "Çağ ve Nesil", mesela "Asrın Getirdiği Tereddütler", mesela "Kalbin Zümrüt Tepeleri", mesela "Fasıldan Fasıla", mesela "Kırık Testi" serileri... Yüz kadar kitaptan oluşan ve yüz binler okuyucusu olan bir külliyattan bahsediyoruz. Türkçe'nin içinde kurulan bu külliyat şimdilerde dünyanın çoğu dilinde kendine okuyucu buluyor. Hareket'in vardığı yerde dokunduğu insanların her biri Hocaefendi'nin imza attığı külliyatı okuyarak kendini/hayatını kuruyor. Şüphesiz her fâni gibi Hocaefendi de gelecekte Rabb'e yürüyecek, geride bıraktığı külliyat/hatıra ise diri bir şey olarak kurucu olmaya devam edecektir.
Evet, Hocaefendi kadîm bir geleneğe/külliyata, sırtını dağa dayar gibi yaslanıyor. İçine doğduğu ve içinde kurulduğu bu geleneğin/külliyatın içinden geçerek muhataplarının karşısına oturuyor. Oturduğu koltuktaki hâli, kadîm zamanlardan gelmiş bir 'yolcu'yu andırıyor. Malum, uzun yolculuklardan çıkıp gelmiş yolcular, bir 'birikim' olduklarından, kaplarına sığamaz olur ve kendilerinden taşıp dururlar. Videolardaki, oturduğu koltuğa sığamayan Hocaefendi görüntüsünü salt fizyolojik rahatsızlıklar üzerinden okuyamayız. Yenik düş(ürül)müş görünen bir medeniyetin evladı olmanın hissiyatı içinde yaptığı yolculukların kendisine taşıdığı birikim o kadar diri, o kadar taşkın ki oturduğu koltuklara yerleşemiyor. Hölderlin şiirinde ozan için, "yeryüzüne şairâne oturan' der. 'Şairâne oturma' dediği hâl, bir türlü 'oturamama'dır aslında. Ozan mevcut durumdan o kadar rahatsızdır ki, yeryüzüne yerleşemez, dünya dar gelir ona.
Hocaefendi yeryüzüne 'şairâne oturan' kadîm 'ozan'lardan biridir. Koca geçmiş ve her dem yenilenmiş gelenekle kurulmuş bir sîne olarak 'koltuk'ta görünürken, karşısında, modern zamanların dünyasında ruhlarını ikame etme kaygısı taşıyan insanlar bulunuyor. Hocaefendi gelenek/külliyat olmuş hâliyle 'bugün'e müdahale ederken, 'günün çocukları' da kendisine kulak kesilmekle geleneğe/külliyata ekleniyorlar. Böylelikle Tanpınar'ın formülleştirdiği hâl gerçekleşiyor; yenilenerek devam etmek, devam ederek yenilenmek... Bu doğurgan bir 'sohbet' hâlidir. Söz uçup gitmiyor; ortalığa bırakılan kelâm, insanda ve zamanda bir 'yeni'lik başlatıyor. Sohbetlerden geriye kitaplar kalıyor, sonra bu kitaplar bir külliyat oluşturuyor. Sohbetlere katılanlar da, kulak kesildikleri 'söz'le aşılanıp dünyaya dağılırlarken, vardıkları yerlerde birer cemre olmak niyetiyle yaşıyorlar.
"Kırık Testi" bu sohbetlerden oluşan bir serinin başlığı... "Cemre Beklentisi" ise, bu serinin onuncu kitabı... Hocaefendi imzalı kitapların muhtevası mutlaka önemli, ancak kitaplara konulan isimler de bir o kadar dikkat çekicidir. Hocaefendi'nin yaptığı isimlendirmelerin hepsinde bir tecrid (soyutlama) kaygısı söz konusu. "Cemre Beklentisi"nde de aynı durum geçerli. Cemre nedir, nerede yaşanır ve kim bekler? Bir bahar aşısı olan cemre, kıştan geçmiş toprağa/suya/havaya düşer; onu, kışta epey üşümüş insanlar bekler. Fakat, kitabın ismi olan "Cemre Beklentisi"nde altı çizilen, başka türlü bir şey! Hocaefendi'nin beklentisi içinde olduğu şey, yenik düş(ürül)müş bir medeniyetin mensubu insanların aşılanıp dirilmesi, sonra 'yeni dünya'nın inşasında harç olmalarıdır. Zira o, zaman ve mekânda yaşananı Sünnetullah'a yaslanan bir okuma içinde tefekkür ederek dilini/tasavvurunu kuruyor. Sünnetullah'ın yurdu olan kâinatın tefekküründe insana bir ontoloji kurarken; içtimaiyatı ve dünyanın hâllerini ise, insanın kendinden dışarıya çıkışı perspektifinde okuyor.
Nihat Dağlı, Yağmur